Özet:
Öğrenmenin en yakın belirleyicilerinden biri olan merak, sonunda bir gene bağlandı. Ancak iyi haber, epigenetik çalışmalar genlerimize mahkum olmadığımızı gösteriyor.
Öyleyse öğrenmeye dair ne öğrenebiliriz, belki de tek yapmamız gereken hatırlamak, çocukluk merakımızı ve oyunda kalmayı.
Yetişkin öğrenmesi daha fazla belirsizlik daha fazla engelle dolu, ama bir bakıma bizi değiştiren geliştiren de yoldaki engelin kendisi. Öğrenmeye izin vermek için engellere bakış açımızı değiştirmek ve değişmekten korkmamak gerekiyor.
Toplumun yüzde 20'si, öğrenmeyi nasıl öğreneceğini muhtemelen hiç dert etmedi. Çünkü onlar zaten merak duymakla ve bunun sonucu olarak da birşeyler öğrenmekle meşguldüler. (!) Çoğumuz ise şu öğrenmeyi öğrenme meselesini halledebilmek adına bir takım eğitimler ya da ilham verici yaşam öyküleriyle karşılaşmayı bekliyoruz. İşin genetik yanıysa biraz daha farklı bir tablo sunuyor.
Genler Günahkar
Kromozom 11 üzerindeki DRD4 geninin öğrenme arzusu, merak duygusu ve öğrenme sonrası ödüllendirilmiş hissetmemizi sağlayan dopamin salgılanmasında rol oynadığına dair keşifler yapıldı. Nüfusun sadece %20'sinde bulunan bu genin daha yüksek düzeydeki merak, değişim, hareket, macera arayışı ve risk alma isteğiyle bağlantılı olduğu gözlemlendi. Öyleyse öğrenmeyi bilmeyişimizin tek sorumlusu genler mi? Hayır. Epigenetik dediğimiz alanda her bir gen ve gen takımları, kimisi genetik mirasla gelen, kimisi sonradan üretilen ya da sonlandırılan yapılarıyla sürekli bir düzenlenme içindeler. İşte tam da bu yüzden Prof. Richard P. Ebstein, “Hepimiz farkına varmalıyız ki, bizi maceracı ya da ev kuşu yapan tek bir gen diye birşey yoktur.”
Özetle, genlerimiz bize bir başlangıç noktası veriyor gibi gözükse de, ne mutlu ki davranışsal genetik yatkınlıklarımızı dahi değiştirebilecek yaşam tarzları benimsemek elimizde.
“Oyun, araştırma ve öğrenmenin en üst biçimidir.” Albert Einstein
Oyunda Kal, Çocuk Kal
Çocuklara öğrenmeyi öğretmeyiz, çocuklara merak etmeyi de öğretmeyiz. Ama maalesef çocukların merak duygusunu köreltebiliriz. Belki de şu %20'nin sahip olduğu merakla ilintili gen, çocukluktan kalma birşeydir. Belki de onlar, ardı arkası kesilmez “Neden” sorularına öyle ya da böyle yanıt bulabilmiş ve yeni birşeyler öğrenmenin keyfini, merakı kalıcı hale getirebilecek seviyede yaşamış şanslı azınlıklardır. Bilemiyoruz. Ama bildiğimiz birşey var ki, her çocuk meraklıdır, ve oyunla büyümek ister. Çocukları izlerseniz en ufak bir zıplama eylemini bile eğlenceli hale getirebilecek onlarca yol icat edebilirler. Doğuştan kaşif gibidirler. Çocukları, onlara müdahale etmeden izleyebilirseniz, oyunun her daim, yeni ve denenmemiş olana doğru bir keşfe sürüklendiğini fark edersiniz. Her çocuk öncelikle sınırlarını keşfetmek ister, bunu yapabilir miyim? Peki ya bunu? Şuradan atlasam, peki ya şuraya tırmansam? Bir çocuğun kısıtlanış algısı, onun özgüvenini dolayısıyla da dünyasının sınırlarını dramatik şekilde etkileyebilir. İçindeki çocuğu korumayı başaranlardan biri bakın ne diyor:
“Her zaman yapamayacağım şeyler üzerine çalışıyorum ki, nasıl yapabileceğimi öğreneyim.” Pablo Picasso
Picasso'nun da farkına vardığı gibi, öğrenmenin doğası, problem çözme ile doğrudan ilişki içerisinde. Öyleyse öğrenmenin oluşabilmesi için bir probleme ihtiyacımız var. Problem içinse; ulaşılmak istenen bir hedefe, ve başarılı olmayan mevcut denemelere karşın denenebilecek başka alternatiflerin varlığına. Bir problemi çözmek için, kişi söz konusu alternatifleri değerlendirerek, bir sonraki aksiyonunun ne olacağına karar vermelidir (problemi bir kenara bırakma seçeneği de dahil).
Bunu destekler şekilde, kanıta dayalı öğrenme modellerinin ortak noktalarına baktığınızda;
Net hedefler,
Fazla sayıda pratik, ve
Öğrenmenin ne kadar süreceğine dair esnek bakış açısını görüyoruz.
Bu son maddede biraz duralım. Öğrenme esnasında, problem çözmenin doğasına da uygun olarak karşımıza bazı engeller çıkacaktır; bazen zaman, bazen bilgi kısıtı, başkaca şeyler engelken, çoğu zaman engel dışarda değil bizim içimizdeki birşeydir – inatçılığımız, esnek olmayışımız, kızgınlığımız ya da korkumuz..Ne ilginçtir ki, araştırmalar belirsizlik yaratan tüm bu durumların, aslında öğrenmeyi arttıran faktörlere dönüştüğünü gösteriyor. Öğrenme devam ederken, bir iç öğrenme oluyor gibi düşünün, bir pencere açılıyor ve biz hedefe giden yolda, karşılaştığımız engel sayesinde kendi kişiliğimiz ve yaklaşımımıza dair birşeyler de öğrenme fırsatı buluyoruz. Aslında değişiyoruz. Öğrenme, belirli bir deneyim sonucu oluşan görece kalıcı bir davranış değişikliği olarak tanımlanabilir. Ve bu süreçte, "öğrenmeyi öğrenme" yaklaşımı, kendini yeni bir bilgi ile doldurma eyleminden ziyade, kendini boşaltma eylemi olarak karşımıza çıkıyor. Böylelikle unutma ve yeniden öğrenme daha mümkün hale geliyor.
Senin görevin aşkı aramak değil; Ancak onunla aranda kurduğun engelleri aramak ve bulmaktır. Aşkı arama, o kayıp değil. Kendini kaybet aşkı bul… (Mevlana)
Engeller şimdi ve buradaya odaklanmayı sağlar
Çünkü problem çözme bir nevi Zen pratiğidir. “The Obstacle is The Way” kitabının yazarı Ryan Holiday, doğudan batıya bilinen bütün büyük filozofların engelleri en büyük öğreticiler olarak kucaklayıp kabul ettiklerini söylüyor. Bize zor ya da sıkıntılı gözüken şeyi, büyük öğretici metaforu olarak düşündüğümüz anda, harika öğrencilere dönüşebiliriz.
“Eylemlerimiz engellenebilir, fakat niyetlerimiz ve eğilimlerimiz değil. Çünkü adapte olabiliyoruz; zihin bir amaç doğrultusunda engeli eyleme dönüştürebilme yetisine sahip. Eyleme engel olan şey eylemi ilerletir. Yolda duran şey yolun kendisi olabilir.” — Marcus Aeralius
"Şimdi ve Burada" Bir Vaka Çalışması; Sarma Sarmak İnsana Ne Öğretebilir?
Öğrenmeyi öğrenmekle ilgili yazımdan sonra şöyle düşünmüş olabilirsiniz, peki ama nasıl? Merakımızı nasıl uyandıracağız, ya da engelleri nasıl kucaklayacağız? Size bir iyi bir de kötü haberim var, şu eğitime gidin, şu ülkede inzivaya çekilin falan demeyeceğim çünkü eski olduğu kadar doğru bir laf der ki, nereye gidersen git kendini de yanında götüreceksin, yani fark etmez. Ama iyi haber, farkına varmak için ille de bir yere gitmeniz gerekmiyor, zaten kendinizle berabersiniz. O zaman istediğinize 'şimdi'den başlayabilirsiniz. :)
Yazımda bahsettiğim, engellerin sizi şimdi ve burada olana yaklaştırması, bir nevi zen pratiği sağlamasıyla ilgili cümlemi hatırlatacağım. Çünkü bugün araştırma ve yazma işlerimden arta kalan zamanda sarma sararken bu cümleyi hatırladım. Size tarif falan vermeyeceğim, sizi kendi akışıma davet edip bundan neler çıkaracağınıza bakmak istiyorum.
Yaprak sarma yaparken, genelde birbirine yapışmış yaprakları sabırla, yırtmadan açmanız, birbirinden ayırmanız ve saracağınız zemine sırasıyla yayıp içini malzemeyle doldurmanız, sonrasında da muntazam şekilde kapatmanız gerekir. Tabii ki yaprakların size gelişi hayatın kendisi gibidir, büyük ve çalışması kolay yaprakların hemen ardından, satıcının kar marjıyla da orantılı biçimde küçük, yırtık, ilk bakışta “problemli” yapraklar da gelir. İnsanın konfor arayan biraz da kolaycı tarafı büyük yapraklara öncelik verip, diğerlerini bir kenara ayırmaya eğilimlidir. Bir süre sonra kenara ayrılan yaprakların artması sizi şu yol ayrımına getirir, “acaba küçüklerle çalışmayı da denesem mi?”. Buna vereceğiniz “evet” cevabı size zaman kaybettirecek, sinirinizi bozacak sabır denemelerine sahne olacak olabilir, ama neticede sizi değiştirir. İşte bu yüzden de rahat etmekten çok daha kıymetlidir.
Küçük yapraklarla uğraşmak zor gelir, çünkü bir bakıma onları kapatma meselesi bir "challenge"dır. Daha hızlı manevra yapmanız, iç malzemeyi çok daha hassas ayarlamanız gerekir. Bu yüzden de o ilk küçük yaprak sarmaya dönüştüğünde saf saf sırıtırsınız. Özgüveniniz artar, bir süre sonra bakmışsınız ki risk alma ve yaratıcılığınız artmış, yırtık yaprakları birbirlerine birleştirip yaprak geri dönüşüm projesi yürütmeye falan başlamışsınız. Engeli iyi hislere dönüştürmek aslında bu kadar kolay. Sokrates “Yemek için en iyi baharat açlık, su içinse susamadır.” der, öyleyse öğrenmek için en iyi baharat neden şimdi olmasın?
Ahu Vartanyan
Psikolog
Kaynakça
Comentarios