top of page
Yazarın fotoğrafıEmrah Akbalaban

Gel Daha Yakın Gel

Gel daha yakın gel

Bu ayrılık ne zamana kadar sürüp gidecek?

Mademki sen bensin ben de senim

Artık bu senlik benlik nedir?

Biz Hakk’ın nuruyuz Hakk’ın aynasıyız

Şu halde kendi kendimizle ne diye çekişip duruyoruz?

Bir aydınlık bir aydınlıktan neden böyle kaçıyor?

Biz hepimiz bütün insanlar tek bir vücut halinde

Olgun bir insanın varlığında toplanmış gibiyiz

Fakat neden böyle şaşıyız?

Tüm insanlar aynı vücudun birer parçası olduğu halde

Neden zenginler yoksulları böyle hor görürler?

Aynı vücutta bulunan sağ el, ne diye kendi sol elini hor görür?

Her ikisi de mademki senin elindir

Aynı bedende uğurlu ne demek uğursuz ne demek?

Biz hepimiz hakikatte tek bir beden gibiyiz

Aklımızda bir başımız da bir

Fakat biri iki görür olmuşuz

Haydi şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin

Sen kendinde kaldıkça bir damla bir zerresin

Fakat herkesle kaynaştın birleştin mi

Koca bir umman eşsiz bir madensin!

(Hz. Mevlana)


Hz. Mevlana’nın bu eşsiz şiiri Enneagram’ın da kapsayıcı bir özeti gibi.


Gel daha yakın gel

Bu ayrılık ne zamana kadar sürüp gidecek?


Bir ayrılık hikayesiyle başlıyor yolculuk. İnsanın aslını unutması ve hatırlamak için bir yolculuğa çıkması hikayesi... Manasını unutan insanın duyusal alemin verilerini tek gerçek, duyusal hazzın mutluluğun tek kaynağı olduğunu zannetmesi… Adeta insanın dünyada kendi izini kaybetmesi… Tasavvufta ‘dünya’ denilen elbette yaşadığımız yeryüzü değil, kendini unutmana vesile olan, seni aslına yabancılaştıran ve seni şeyleştiren her türlü yol kesici…


“Bir adam, bir şehir de kalır, bir gün bir rüya görür ve rüyasındaki şehri gerçek sanır… Kendi esas şehri, hiç aklına gelmez, asıl vatanı orası zanneder. Ne şaşılacak şeydir ki ruh da esas vatanını, öz yurdunu hatırına bile getirmez…” Hz. Mevlana

İnsan ayrılık bilinci içinde, halbuki ne garip, bir yandan da 'O' sana şah damarından daha yakın. Şah damarı denilen Şah’a giden yolsa, sana yolun sonundan, yoldan, hatta yolun başından bile daha yakın hedefin var; sen! KENDİ’n olan kendin. Şimdi ve burada! Ey yolcu!, kendinden kendine bu yolculukta, yolsuzluğu da bırak yolu da! diyeceğim ama ‘düşmüşüz’ bir kere işte yola. Elmayı yemişiz… Haya içindeyiz. Bir yol olmadığını anlayana kadar yolda olmaya, bir kapı olmadığını anlayana kadar da kapısında yatmaya gönüllüyüz. Yani kendinden kendine yol olur mu deme, oluyor işte. Hem de ne yol; bir 'bilenle' yürünmesi gereken...


“Sen, sende oldukça ve sen, kendine taktıkça, senden sana yol vermezler. Senin varlığın, kendini bir şey sanman düşüncesi, sende bulundukça huzur bulurum zannetme. Çünkü sen hala benlik putuna tapmadasın...” Hz. Mevlana

Enneagram’da bu ayrılık hikayesi, Oscar Ichazo’nun ‘kutsal idea’ ve ‘erdemler’ dediği ilahi nitelikleri & Platon’cu ideaları unutma ve yerine sınırlı benliğimizin takılma ve tutkularını koymamızla ilişkili.


“Bir kutsal İdea, gerçekliğe dair şartsız, koşulsuz ve dolayısıyla da objektif, tecrübi muayyen bir idrak ve kavrayıştır. Mesela, bir Kutsal İdea perspektifinden gerçeklik Varlık’ın ikiliksiz birliği olarak tecrübe edilir ve bu Kutsal İdea’nın kaybı veya yokluğu, gerçekte nihai olarak ayrı ve münferit nesnelerin var olduğu inancı şeklinde tezahür eden ikilik yanılgısına yol açar. Dokuz Kutsal İdea’nın kaybı ve yokluğunu yansıtan 9 spesifik yanılgı mevcuttur. Bu aldanış ve yanılgılar egosal varoluşun ana prensipleri olarak işlev görür. Her bir aldanış ve yanılgı muayyen bir ego takılmasının çekirdeği olarak gördüğümüz psikolojik bir kompleksi şekillendirir.” A. H. Almaas

Örneğin bir “mükemmelliyetçinin” (1 mizacı) “yaratıcı her şeyi kusursuzca yapar” hakikatini unutup yerine “dünya kusurlu ve ‘ben’ bunu düzeltmeliyim” gibi bir inanç yerleştirmesi... Veya bir “sitemkar verici”nin (2 mizacı) “yaratıcının iradesi her an her yerdedir; herkese ihtiyacı olanı, ihtiyacı olduğu kadar verir” hakikatini unutup yerine “insanların desteğime ihtiyacı var, ‘ben’ olmasam ne olur” inancını koyması… Bu mekanizma tüm Enneagram mizaçları için yazılmış, çizilmiş, detaya dalmaya gerek yok. Sorun mükemmelliği istememiz veya verici olmamız değil, bunları yapan ayrı ‘ben’ illüzyonuna kapılmamız, aşırıya kaçmamız… Çünkü sınırlı ‘ben’ ister istemez; bedensel gerilimler, uydurma bir kimlik ve korku temelli bir zihin ile kendini savunma yöntemleri geliştirmek demektir. Şüphesiz, O’nun eli İnsanın eliyle, O’nun iradesi İnsanın iradesi ile, O’nun aklı İnsan’ın aklı ile, O’nun sevgisi İnsan’ın sevgisi ile işliyor. O en kamil haliyle İnsan’da açığa çıkıyor. Ama hangi İnsan’da?...


“Asli mükemmelliğimizden, tamlığımızdan, Tanrı ve alem ile birliğimizden yüz çevirip uzaklaştığımızda, tamamlanmamız için kendimizin dışındaki bir şeye ihtiyacımız olduğu yanılsamasını yaratırız. Dıştakine bu bağımlılık insan egosunu meydana getiren şeydir.” Beleibreu

İnsan ne zaman kendi elini, iradesini, aklını ve sevgisini kendinden biliyor, işte o zaman buna ‘unutma’ veya ‘ayrılık’ diyoruz. Onun tarife sığmaz sonsuz elleri, iradesi, aklı ve sevgisi ne zamanki ‘benim’ sınırlı penceremden ‘algılandığı kadar’ zannediliyor, işte o zaman benlik putuna, yani bir gölgeye tapma başlıyor. Manzaranın, ressamın kendisini unutup tuvale, resme dalmak gibi bu. O zaman başlıyor kendimizle ve dünya ile kavgamız. Benim resmim güzel, senin resmin çirkin… Herkesin kendince ‘haklı’ olduğu o bitmek bilmeyen didişme…

“Sen, gökyüzünden kendine bir vatan tutmuş, bir yurt edinmiştin. Sonra tuttun, toprağa kendi resmini yaptın, ona bağlandın kaldın ve aslın olan şeyi unuttun gittin…” Hz. Mevlana

Ayrı düşüyoruz işte böyle böyle... Bu ayrılık illüzyonunu anlatan harikulade bir sunum var;



O yüzden gel diyor gel; ne zamana kadar bu ayrılık. Ne zamana kadar aynı Cemal manzarasına baktığımızın, aynı ressamın elinden çıktığımızın inkarı… Gerçi aynı manzaraya baktığımızı fark etsek zaten kardeş olacağız, oh bitti! diyeceğiz kavuştuk birbirimize, ama herkes kendi kafasının içindeki manzaraya bakıyor.


“Şeyleri olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz.” Anais Nin

O yüzden işin sırrı, dinin özü arınma, lensleri temizleme… Hani Rabbi Musa’ya Kutsal Vadi’de Tuva’da şöyle seslenmişti; “Firavun’a git, çünkü o gerçekten azmıştır. Ona de ki, “arınmak istemez misin”… Dikkat edilirse bu herhangi bir dine, yola, hatta ‘kendini bilmeye’ bile davet değildir; sadece “arınma” teklif ediliyor. Arın ki O senden yansısın…


Benlik dediğin bir imaj... Ruhun maddeden yansıması... Maddi bir dayanağı kalmadığında ruh özgürleşir. Benlik bilgisi o yüzden tüm sahte kendilik dayanaklarını yok etmek içindir. Arınma O’nu O’nunla bilmektir, kendimle, hayallere kapılarak değil…


"Ya Rabbi eşyanın hakikatını bana göster!"… dedi Hz. Peygamber bile.


Her baktığında O’nu görürsen her gözlemin ilim, eğer yanılgıya düşer de sebeplere takılırsan ilim zannettiğin şey cehalet olur… Sebeplerle, sebepleri yaratana varılır mı hiç?


Mademki sen bensin ben de senim

Artık bu senlik benlik nedir?


Nasıl olur da sen ben olursun, ben de sen? Düşünen kafanın algılayabileceği şey mi bu. İstersen bir dene; bir kişi seç kendine ve göz göze 3 – 5 dk kaçmadan, samimiyetle bakış. Göreceksin ki her saniye sınırların ötesine geçeceksin, onda seni sende onu göreceksin… Sınırların Ötesine Bakmak:



Ayrı senlik denilen şey sanal bir ayrışma idi, bir illüzyondu. Ancak bu demek değil ki ben ‘kişiliksizim’. Senin ben oluşun bana benzemen gerektiği, benim sen oluşum sana benzemem gerektiği anlamına gelmez; aksine hepimiz sonsuzca farklıyızdır. Belki de buradan başlamalı, 'birlik bilinci' dediğimiz, her şeyin başında sağlıklı bir ego inşası & olgun bir ‘bireylik’ bilinci olmadan mümkün olabilir mi?


Her birimizin Hakikatı seyrettiği pencere biriciktir. Olan’ı farklı açılardan görürüz, görüşümüz doğrudur da, ancak ona Gerçek’in tümüdür diyemeyiz. Ancak ona şöyle bakarsak belki daha rahat anlaşılabilir; “bir benlik var evet, ancak bu benlik senin değil!, Hakk’ın benliği, aslında tek bir BENLİK var ve hepimizden farklı bir bir elbise giyiyor.” Bu bakımdan senliği benliği kaldırmak demek, birbiri içinde eriyip çorba olmak demek de değil. Aksine bu çoklukta birliği, birlikte çokluğu bulmak demek. Tıpkı aşure gibi. Ondan tüm parçaların lezzeti gelir ancak BİR ve BÜTÜN’dür.


“Hakikati buldum” değil, “Bir hakikat buldum” deyin. “Ruhun yolunu buldum” demeyin, “Kendi yolumda yürürken ruhla karşılaştım” deyin. Halil Cibran.

Yaratılan her şey bölünemez, renklerden azade Gerçek’in, BİR’in ve BÜTÜN’ün farklı renkleridir, kıyafetleridir. Her insan O’nun sıfatlarının özgün bir bileşimidir. Enneagram açısından bakınca da her mizaç O’nun 9 ana niteliğinin bir yansımasıdır. Tek Gerçek olan Hak, bizden kusursuzluk, sevgi, çaba, yaratıcılık, bilgelik, cesaret, neşe, güç ve denge olarak tezahür etmek ister. Hepsi O’dur, herkes ve her şey O’nu söyler. Ancak biz ne zaman O’nu unutur sınırlı benliğimizi mutlaklaştırırız, işte o zaman Kusursuzluk sıfatı yargılayıcı bir ‘bu böyle olmalı’ya (1), Sevgi sıfatı gurur ve kendini beğenmişliğe (2), Çaba narsistik bir hırsa 3), Yaratıcılık Olan’ın ‘sıradanlığından’ sıkılan ütopyacı bir yabancılaşmaya (4), Bilgelik bilmişliğe ve zihinsel arayışta kendini izole etmeye (5), Cesaret reaktif bir kuşkuculuğa (6), Neşe acıdan kaçmaya programlı bir deneyim oburluğuna (7), Güç iktidar hevesine ve meydan okuyan kontrolcülüğe (8), Denge ise uyumlanma pahasına kendini yok etmeye (9) döner…


Aslında kavgalarımız da buradan çıkar. Senin benlik davamız, O’nu algılayabildiğimiz kadarıyla yine de Hak uğrunadır. Bunu bilirsek hiçbir şeyi kişisel almamayı öğreniriz. Nietzsche’nin dediği gibi “hiçbir böcek seni öldürmek için ısırmaz, hayatta kalmak için ısırır…”. Tasavvufi açıdan bu ‘davanı düşürmek’tir…


Hallac’ı Mansur Ene’l Hak dediği için idam sehpasına götürüldüğünde kendisini izleyenlere “Allah'ım, şu topluluk senin kullarındadır. Sana yaklaşmak ümidiyle beni öldürmek için toplanmışlar, onları affet. İyi biliyorum ki, bildiklerimi onlar da bilseler veya bildiklerimi ben bilmeseydim onlar gibi, bu hal başımıza gelmezdi. Onlara selam sana hamdolsun.” diyebilmesi bundandır.


Aslında ne kadar 'şeytanlık' varsa sevgiden desem yeridir. Gölge yanlarımız, güçlü yanlarımızın aşırı kullanımından doğar. Yine Enneagram açısından bakalım; örneğin bir «mükemmelliyetçi» (1) bize nasıl bilge, gerçekçi, ilkeli bir öğretmen olunacağını da gösterebilir, kendini önemsemeyi abartınca yargılayıcı, hoşgörüsüz bir huysuza da dönüşebilir. Bir «sitemkar verici» (2) çıkarsız özveriyi, rahmaniyeti de gösterebilir, ‘verdikleri’ yüzünden kendini beğenmiş, zorlayıcı veya hayal kırıklıkları ile dolu, kurban yerine konmuş, manipülatif birine de dönüşebilir. Bir «rekabetçi başaran» (3) insanı bu dünyada kendi gücüne, yapabileceklerine inandıran bir kendinden eminliği de gösterebilir, sürekli kendini düşünen imaj meraklısı bir narsiste de dönüşebilir. Bir «bireysel trajiromantik», (4) iç dünyasını ifade eden ilham dolu bir yaratıcı da olabilir, duygusal olarak azapta, yabancılaşmış, bunalımlı birine de dönüşebilir. Bu örnekler aynı titreşimin iki farklı ucu… (Kuşkusuz diğer Enneagram tipleri için de geçerli…)


“Bilgi içermeyen sevgi şeytanidir.” G.I. Gurdjieff

Aslında bize verilen bu güzel yetileri ve gölgeli halleri ne sahiplenip, ne dışlamaktır bize düşen… Bunları ilahi sıfatlar / Platon’cu ideaların yansımaları olarak görmek, tanımak, tanıdıkça yaklaşmak, yaklaştıkça sevmek, sevdikçe onların en üstün formlarına dönüşmek… Bil’mek, bul’mak, Ol’mak.. Nur’lanmak…


Biz Hakk’ın nuruyuz Hakk’ın aynasıyız

Şu halde kendi kendimizle ne diye çekişip duruyoruz?

Bir aydınlık bir aydınlıktan neden böyle kaçıyor?


Hakk’a ayna olmak. Öyle güzel bir deyim ki. Hz. Mevlana bir şiirinde şöyle diyor;


Bilemezsin,

Sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı...

Hiçbir şey içime sinmedi.

Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var.

Ya da okyanusa su...

Düşündüğüm her şey,

Doğu’ya baharat götürmek gibiydi.

Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok,

Çünkü sen zaten bunlara sahipsin.

O yüzden sana bir ayna getirdim.

Kendine bak ve beni hatırla!...


Bizde bir ‘şey’ yok. Bunu unutmamamız lazım. Her şey O. E ben beni biliyorsam, sen seni biliyorsan, neden kavga edecekmişiz. Hz. Pir’in söylediği…


Bir yandan da;


O, yaratan, yaratılan ve yaratımın kendisi, her şeyi zıddıyla var etmiş. Kendisinin bir zıddı yok, o yüzden ‘bilinmiyor’, ancak zaman ve mekana tabi bu yaratım zıtlıklarla var. Gerçi iki, iki görenedir, bir, bir görene. İki bakan gözle Bir görülmez, Bir bakan gözle de da iki görülmez. Neyse… İki gözümüzle gördüğümüz bu zıtlıkların da aslında bir işlevi var. Bu çekişme, bu kavga adeta bizi yontmak, kendimize getirmek için ortaya çıkıyor. Bu bakımdan çelişme & çatışma yaşamın doğasında var. Diyalektik diye bir şey var. Negatif var, pozitif var. Negatifte pozitif, pozitifte negatif var. E zaman niye ‘şer’ diyecekmişim, her şey hayr, her ey hayr!...


Aslında çekişme insanın kendisiyle... Sana ‘tamamen yabancı olan bir başkası’ ile çekişmezsin. En yakınlarınla sınanırsın daha çok; aile, eş, yakın arkadaş… Ancak kendinden bir parçayı, özellikle de sendeki gizli bir hazineyi taşıdığını hissettiğin biriyle diyaloğa çekilirsin; bazen aşık olursun, bazen çekişirsin. Örnekse, “mükemmeliyetçi” (1), bastırdığı “neşe, dürtüsellik, spontane davranış, sorumlulukları yeri geldiğinde bir kenara bırakıp eğlenebilme kapasitesi…” gibi özellikle bir “hevesli hayalcide” (7) gördüğünde, onunla çelişebilir çünkü kendisi bu özellikleri bastırıyor veya kendine ‘hak görmüyordur’. Veya bir “hevesli hayalci” (7) dingin, kendi halinde, huzurlu, tane tane konuşan, alim görünen bir “gözlemci uzman” (5) ile bir araya geldiğinde ona çekilebilir çünkü bu ona doyumsuz koşuşturması içinde unuttuğu bir öznitelikleri hatırlatıyordur. Bu bakımdan çekilmelerde biz kendimize çekiliriz. “Seni seviyorsam bundan sana ne…” Keza, burnumuzu sürttüğümüzde de biz aslında kendimizle çelişiriz.


“Her sürtünmeden irite olursak nasıl cilalanacaksın…” Hz. Mevlana

Sonuçta, hayatın bu itiş çekişli iç ritmi koca bir değirmene benziyor.


“Senin başına gelen bütün üzüntüler belalar, üzüm gibi kaderin ayakları altında ezilerek benlikten kurtulmak ve mana şarabı olmak içindir.” Hz. Mevlana

Neticede, birinin bir davranışını beğenmediğimizde, kendimize aykırı bulduğumuzda veya bir şekilde dışladığımızda, egomuz belki rahatlar o an, ama ruhumuz acı çeker.


Çünkü böyle yaparak, sonsuz olan ve her şeyi kapsayan bilinci böleriz; ben / ben olmayan diye. Denizden kopan damla gibi koparız Gerçek’ten. Koptuğumuz şey, sınırlı bilincimizle bakınca «kötü» veya istenmeyen bir şey de olsa, ruhumuz buna böyle bakmaz; gör der; her gördüğün sensin, her gördüğün benim, gör ve kapsa, yoksa yakandan düşmeyeceğim!


O herkesin -istisnasız herkesin- içindeki öz ışığı görmeden, takdir etmeden, herkesin kör topal da olsa kendi kalbine giden yolu aradığını anlamadan ve hiçbir şeyden kırılmayacak - alınmayacak bir noktaya gelmeden, bize bu dünyada rahat yok…


Hiç olup her şey olmadan bize bu dünyada rahat yok…


Biz Hakk’ın nuruyuz Hakk’ın aynasıyız…


Felsefe bir kavram var; Logos. Külli Akıl, Bilinç manasında. İşte Logos, kendisini ‘dia-logos’ ile deneyimliyor. Dia - yani iki logos, sen ve benim cüzi bilinçlerimiz bir araya geliyor, bir ‘diyaloğa’ giriyor. Bu muhabbet Logos’un kendiyle diyaloğu. Her diyalog O’nun sonsuz aynasının bir parçasından kendime bakmak gibi… İlişki kurdukça çoğalıyorum, sanki kayıp parçalarımı tanıyorum, kendimi hatırlıyorum…


Bu bakımdan ‘ibadet muhabbettir’ denir. Ama nedir muhabbet? Her diyalog, örneğin dedikodu muhabbet midir, hayır, pek sayılmaz. Muhabbet hubb’dan geliyor, sevgi, bağlılık, dostluk, varlığımızın temeli olan Aşk’ı paylaşmak anlamında…


Bir Enneagram çemberinde oturduğunda, 9 tipin her birinin kendini, bu dünyada ne yapmak istediğini, sıkıntı ve sevinçlerini anlattığı bir buluşmaya tanık olduğunda, o Aşk’ı hissedebilirsin. Bu buluşmada, herkesi Hakk’ın bir Nur’u ve aynası olarak görüp, sanki meydanda duran görünmeyen bir bedenin uzuvlarıymış gibi hissedebilirsin! Koca bir gönülde erimek, herhalde böyle bir şey… TEK olarak ve BİR’likte…


O yüzden Enneagram çalışmak, bireysel okumalarını ve çalışmalarını yapmak kadar, grupla beraber olmak, grubun aynasında kendini görmektir.



Biz hepimiz bütün insanlar tek bir vücut halinde

Olgun bir insanın varlığında toplanmış gibiyiz

Fakat neden böyle şaşıyız?

Tüm insanlar aynı vücudun birer parçası olduğu halde

Neden zenginler yoksulları böyle hor görürler?

Aynı vücutta bulunan sağ el, ne diye kendi sol elini hor görür?

Her ikisi de mademki senin elindir

Aynı bedende uğurlu ne demek uğursuz ne demek?


“Manevi tekamül sürecinde, insan, hakikati kavramaya ve Öz ile bağ(lantı) kurarak olgunlaşmaya başladıkça, daha da berraklaşır ve saflaşır. Nihayetinde o, tamamen saflaşabilir. Tasavvufi İnsan’ı Kamil yani ‘Tam’ insan kavramı, bütünüyle olgunlaşmış, saflaşmış insana işaret eder. Sufiler tamamen olgunlaşmış insanın renksiz, bütünüyle şeffaf ve berrak olduğunu söyler.” A.H. Almaas

Burada söz konusu Tam’lık egoyu doyuran bir mükemmellik arayışı değildir. Enneagram’da Kutsal İdealar ile çalışmak, onları anlamak ve açığa çıkarmak, gerçeklik algımız ayrı bir kendilik imajını beslemekten ziyade gerekliğin bütününü kapsayacak şekilde genişlemeye başlaması demektir. Böylelikle ayna misali farkındalık dedikleri şey doğar. Bu anda insan berrak bir bilince kavuşur, yaratılışın objektif bir görüntüsünü idrak etme lütfuna erer. Bu kavrayış, İnsan’ı Kainatın en üstün ifadesi, hatta onun yaratılış sebebi olarak görmesini mümkün kılar. İnsan, bu kainatın meyvesidir ve meyve içinde tohumu da barındırır.


Her şey insana adanmıştır. İnsan ise kendi gerçeğine adanmıştır. Kendi özünde nurunu bulmaya adanmıştır. İşte bu bakımdan Kamil İnsan, tüm varlığı kendisinde toplayan olgun, büyük bir insan gibi görülür.


“Sen okyanustaki bir damla değilsin, bir damlanın içindeki okyanussun.” Hz. Mevlana

Enneagram, tıpkı İslam tasavvufunda olduğu gibi İnsan’ı farklı alemleri barındıran bir bütünlük olarak görür. İnsanın gaybi yönünü ve hakikatini nokta ile, insanın bedenlenmiş yönünü çemberin üzerinde, ete kemiğe bürünmüş bir mizaç olarak değerlendirir. Çemberde her ne kadar ‘farklı’ noktalarda görünsek de, merkeze, merkezimize doğru gittikçe aynı Öz’e sahip olduğumuzu görürüz. Bu şekilsiz, boyutsuz, zamandan ve mekandan azade, her şeyi gören, bilen, işiten, öncesiz ve sonrasız Öz, ‘renksizdir’. O kendisi görülmeyen ama her şeyin kendisi ile görüldüğüdür…


"Gözler onu göremez, ama O bütün gözlerden görür." Enam, 103

Tıpkı ışığın prizmadan geçip renklere kırılması gibi, Öz madde ile ‘renklenir.’ Heidegger’cı terimlerle; sonsuz Varlık, bir Varolan giyinir. Varolan Varlık’ın bilinmek istediği kadarıdır. Ve bilinmesi için buna ihtiyaç vardır.


“Vücuda gelmeyince kimse Hakk'ı bilmedi, bu vücuttan gösterdi dost bize didarını...” Yunus Emre

Başka bir benzetme yapmak gerekirse, tohum ağacı ‘giyinir’. Ağaç tohumu ‘göremez’ keza tohum ağaçta hem yok olmuştur hem de var olmuştur... Ağaç ise tohumun bilgisini taşır ve onu meyvede yeniden açığa çıkarır. Hz. İnsan, bu kainatın meyvesidir. Hz. İnsan’a Dost didarını gösterir.


Yine de Öz – Madde, Varlık – Varolan, Tohum - Meyve diye ikiye ayırdığıma bakmayın, aynı Vücud’un BİR olan unsurlarıdır onlar.


“Böylece... Kendi dışına baktığın zaman, O'nun dışını göreceksin. Kendi içine baktığın zaman, O'nun içini göreceksin. Yani, senin zahirin, O'nun zahiri, senin batının, O'nun batını olacak...” İbn Arabi Hz.

Yani;


“Şüphesiz çokluk surettedir. Özde ise birlik vardır. Çokluk yansımadadır. Alevde birlik vardır. Bir yerde altı kandil asılsa onların ışığında sayı ve adet olmaz. O cahil, kapları görüp şaşkın olmuştur. Bilenler ise ancak ondaki nuru müşahade etmiştir. Çünkü insan kaplara bakarsa her şeyi 2 olarak görür. Irmak akan suyu varsa ırmaktır. Adem, onda can varsa ademdir...” Hz. Mevlana

Biz hepimiz hakikatte tek bir beden gibiyiz

Aklımızda bir başımız da bir

Fakat biri iki görür olmuşuz

Haydi şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin

Sen kendinde kaldıkça bir damla bir zerresin

Fakat herkesle kaynaştın birleştin mi

Koca bir umman eşşiz bir madensin!


Nasıl kaynaşacağım? Arınarak, arındıkça nefsini bilerek. Bildikçe O’nu bilerek. Tasavvuf böyle diyor.


Tasavvuf nefsini pak eylemektir, Fena ile anı hak eylemektir. Aziz Mahmut Hüdayi

Nirvana kelimesinin esas anlamı ‘mumu söndürmek’miş. Nirvana kavramının özü aslında 'arayana' ‘dur’ der, mumu söndür. Söndür ki ışığın asıl kaynağının sen olmadığını anlayasın, boşluğunda ‘doluluğunu’ bulasın. Boşluk, düpedüz Kendi’nle doluluktur. Ego olan kendinle değil, Varlık’ın kendisi olan Kendi’nle. Varlık’ın sendeki ismiyle… Saf ‘gözlemci’ olma uğrağını aşıp Kendi’n olmaktır yani. Attar der ki «vaktiyle ahmak bir adam, elinde mumla evinden çıkıp, gökyüzünde parlayan güneşi gördü. Öyle cahildi ki elindeki mum olmasa güneşi görmenin mümkün olmayacağını zannetti.»


“Sabah olunca, aydınlanınca, lambayı dinlendirirler, çerağı dinlendirirler. İhtiyaç kalmaz. Güneş çıkar. İnsanın da sabahı olursa onu dinlendirirler. Güneş doğunca artık karanlıkta kalmaya lüzum yok. O, sabahın tam zevkiyle kalır. İşte hakikatte Hz. İnsan için ölüm budur. Onun için canı cisimden ayır. Ruh-u hayvaniyi ruh-u insaniden ayır, fark et. Et ki ölmeyesin...” Şemseddin Yeşil

İbn Arabi Hz’leri şöyle der «İlahi!, benim yokluğum seninle ayn-ı vücuttur. Murad olunur ki Hak'da fena olmak Hak'la mevcud olmaktır. Asla vücud-ı halk yoktur. Vücud, vücud-ı Hak'dır. Halkın vücudu olmadığına vakıf olmaktır.» Simurg. Enneagram açısından bakıldığında da psikolojik düzeyde akla hemen şu çıkarımlar gelir; gözlemleme, kendini yok etme & özdeşleşmeleri bırakma egzersizleri, eğer, -şimdi ve burada- kendini olduğu gibi görme, kapsama & kabul etmeyi dışarıda bırakıyorsa, ikilik devam eder. Sınırlarını sevemiyorsan sınırsızlığını bulamazsın. Başka bir mana da şu; belki de düşünebileceğimiz en ‘spiritüel’ şey, öz niteliklerini fark edip onları doğurmak, kendin olmayı başarmak, özünü sözüne yansıtmaktır. Kendini ‘Tanrı’nın seni görmek istediği şekilde görmektir.' Bu bakımdan, değerlerini, ilahi sıfatlarını yeniden hatırlamaktır ve oları onaylamaktır.


KENDİ’ni kendinde doğurmak.

Her doğum sancılı. Her güzel şeyin bir bedeli var.

Abdal sözcüğü ‘badal’dan geliyormuş. Bedel nefsi arındırma.

Bedelini ödemeyen aptal, öydeyen abdal oluyormuş.

Sözü çok uzattık.

Haydi bir abdala kulak verelim…




171 görüntüleme0 yorum

Comments


bottom of page