Müziği Aramak
- Emrah Akbalaban
- 11 Haz
- 9 dakikada okunur
Müzik üzerine düşünmeyi yalnızca teknik & icrasal anlamda değil, hayatı felsefi açıdan irdelemeye yardımcı olması açısından da kıymetli buluyorum. Bu yazı 'müzik' kavramının öğrettikleri ışığında insanın varoluş yolculuğuna dair...
Klasik Tanım:
Müzik: İnsan duygularını, düşüncelerini ve hayal gücünü ses yoluyla ifade etmenin estetik bir biçimi…
Tasavvufi Yorum:
Ezelde duyulan ilahi nidanın dünyadaki yankısı değil mi müzik?
İnsan, aslında çoktan duyduğu ama unuttuğu bir ezgiyi hatırlamak için müziğe yönelmez mi?
“Müzik Allah’ın lisanıdır.” Hz. Mevlana
Tasavvufi açından bakınca erenler, evrenin, doğanın, yaşamın içinde varolan her sesin ilahi bir müzik olduğunu söyler. Kainat, ses ve titreşim temelli bir senfonidir. Onlara göre salik de her sesin ona maşukundan sevindirici haberler getirdiği ve her kelimenin Allah'ın ifşası olduğunu idrak edendir. “Müzik, varlığın konuşmasıdır; o yüzden onu duyan, Hakk’ı işitir.” denir.
Müzik üzerine çok şey söylenebilir ama sözü ilahi müziğin Pir’lerinden olan Hz. İnayet Han’a bırakalım, diyor ki;
“Müzik, en içsel varlığımıza dokunur ve bu yolla yeni bir yaşam yaratır. Bu öyle bir yaşamdır ki tüm varlığa nüfuz eder ve hepimizin içinde varolan manevi yetkinliğe ulaşmak için yol yordam hazırlar. Ruh deryasına dalmamıza olanak sağlar. Sufi öğretisine göre “Avam müziği mizacına göre dinler; talipler arzu ve huşu ile dinler; aşıkların dinlemesi ise onları ilahi nimet ve lütufları görebilecekleri bir hale sokar; ariflerin müzik dinlemeleri ise müşahede anlamına gelir. Nihayetinde bir de kemale ermişler vardır ki Allah, onlara musiki aracılığıyla, örtüsünü açıp zatını gösterir.”
İnayet Han’ın da belirttiği gibi müzik, duyularla işitilen bir sestir — ama yalnızca kulakla değil, kalple işitildiğinde anlam bulur. Müzik, varlığın özünden gelen ve tekrar o öze dönen bir zikirdir.
Hayret verici değil mi her şeye can veren o “ilksel nefesin” türlü merhaleler atlatıp soyut bir alemden git gide nesnel aleme inişi, bir form alışı, önce tabiatın ham seslerine dönüşmesi, oradan bitkilerin sessiz şarkısına, türlü hayvanların çağrılarına ve adım adım evrilip İnsan denilen bu formdan kendi kendine -ve kendiyle- seslenen ve özlemleri bir an da olsa “dindiren” bir zikrullaha yahut mantraya dönüşmesi…?
Devr-i daim içinde…
“Müzik, en içsel varlığımıza dokunur...”
Evet, çünkü müzik, aslında bizim ilk hafızamıza, zaten bildiğimiz ama unuttuğumuz o hakikate seslenir. Ruhlar aleminden, varlığa adım atmadan önceki o saf, arı hale... Bu dokunuş, hatırlamayı başlatır — zira insanın içinde, ezelden kalma bir ilahi yankı vardır. Müzik bu yankıyı harekete geçirir.
“Yeni bir yaşam yaratır” derken, kastedilen fiziksel bir hayat değil, içsel bir uyanıştır. Müzik dinleyen insan, kendine doğru yola çıkma cesareti bulur. Ruhun derinliklerinde, daha önce hiç temas etmediği hisler ve sezgilerle karşılaşır. Hem gözlükleri değişince insanın gördükleri de değişmez mi?
İnayet Han'ın, dinleyicilerin düzeylerine göre müziğin etkisini sınıflandırması ise çok anlamlıdır:
Avam, müziği sadece beğeni düzeyinde, mizacına uygun olarak dinler. Bu hal, müziği sadece duyusal bir haz olarak algılar.
Talip, yani yol arayan kişi, müziği bir içsel yönelişle dinler. Onun için müzik bir tefekkür vesilesidir.
Aşık, müzikle birlikte bir başka aleme geçer. Ruhunun kanatlandığı, İlahi’nin lütuflarını hissettiği bir boyuta ulaşır.
Arif, müziği müşahede halinde dinler; o artık “bakan” değil, bir nevi “gören” yahut daha doğru bir ifadeyle kendisinden Gören’i sezen, bilen kişidir. Müziği yaşar, müzikal yaşar…
Kemale erenler ise öyle bir noktadadır ki, müzik artık onlar için bir perde değil, perdenin kalkmasıdır. Hz. Ali’nin (k.s) “eğer perde kalsa idi yakinim artmazdı.” buyuruşu belki de bundandır… Onlar zaten her şeyde O’nu seyretmektedir. Allah, zatının cilvesini duyabilene musikiyle gösterir. Her şey ilahi bir senfoni içinde, ve bu senfoniyi tamamlayan kendine özgü yerinde, yani “merkezinde” değerlendirilir.
Bir yerde de şöyle işitmiştim; “alim nota bilir ama çalamaz, kalpten akıp gidemez, aşık çalar ama nota bilmez. Arif hem nota bilir, hem çalabilir”
Bu aşamalar, bir bakıma insanın içsel tekamül mertebelerine de ışık tutar. Müziğin bu yolculuktaki rolü, sadece eşlik etmek değil, bir anlamda “yolun kendisi” olmaktır. Evet, kendisi!
Ne demek istiyorum?
Hz. Mevlana Mesnevi’sinin açılış beytinde “Dinle, bu ney, ayrılıkların hikâyesini anlatır.” der. Bu söz, yalnızca neyden çıkan hüzünlü bir melodiye değil, varlığın kökenine yapılan bir çağrıdır. Ney’in sesi burada bir simgedir: hem insanın ruhunun sesi, hem de yaratılışın öz melodisidir.
Bilindiği gibi Kur’an’da geçen “Ol” (Kün) emri, tüm yaratılışın başlangıcındaki ilahi buyruktur. Şöyle der Kuran’ı Kerim’de Allah;
“O, bir şeyi dilediği zaman, sadece ona 'Ol!' der, o da oluverir.” (Yasin, 82)
Bu "Ol" — bir ilk titreşim, bir ilk ses gibidir. Evrenin ve bütün varlıkların bu sesle varlığa gelmesi, aslında her şeyin temelinde bir sesin, bir nefesin olduğunu gösterir.
İşte Hz. Mevlana’nın neyi, tam da bu noktaya işaret eder: Ney, kamışlıktan koparılmıştır. İnsan da ruhlar âleminden beden alemine inmiş, yurdundan uzak düşmüştür. Ney’in sesi bu ayrılığın hikayesidir — ama sadece hüzünlü bir film müziği/“soundtrack” değil, bir hatırlayış çağrısıdır. Bu hatırlayış, bizi “Ol” emrinin yankısına götürür. Ney’in sesi, tıpkı “Ol” emri gibi, içimizde bir şeyi harekete geçirir: Unutulmuş olanı hatırlamak, öz'e dönmek arzusu… Ve unutulmamalıdır ki evrenin yaratılışındaki o ilk ses – nefes – hala içimizde bir ezgi olarak çınlamaktadır. O her an “ol” demektedir!
Müzik, bir anlamda bu süreğen “ol” emrini, o ilksel ezgiyi en güzel hatırlatandır.
Bu “hatırlayış” olgusu ile ilgili size ilginç bir biyolojik bir bilgi vereceğim:
İnsan kalbinin kas yapısı hani kulağımıza götürüp de okyanusun sesini dinlediğimiz deniz kabuklularının yapısına benziyormuş. Kalbimizin de spiral formda, içe doğru katlanarak giden bir kas yapısı varmış. (Referansını da paylaştığım makalede Gerald D. Buckberg, kalbin yapısını ve işlevini doğadaki heliks (sarmal) formlarıyla ilişkilendirerek açıklıyor. Kalbin anatomik yapısının, DNA'dan galaksilere kadar pek çok doğal sarmal düzenle benzerlik gösterdiğini vurguluyor > The Journal of Thoracic and Cardiovascular Surgery, Article: Basic science review: The helix and the heart / Makale internette mevcut…)
Bunun anlamını bir düşünsenize; yıllarca okyanusta ana vatanında kaldıktan sonra oradan ayrılan, ama hala içinde O’nun sesini barındıran, kulağına götürünce de sana geldiği yeri hatırlatan deniz kabuğu olarak kalp…
Yani bir işitici olarak kalp…
Kalbi dinlemek, kalpteki saf müziği, belki de sessizliği işitmek üzerine bir nükte işte…
“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)
Bu arada Kuran’ı Kerim’de “akletmek”, “işitmek”, “görmek” vb. yetilerin genelde Kalb kavramına atfedilerek aktarılması, bu kavramın salt duyusal alemle & bedenle, duygusal alemle & fiziksel kalple ya da zihinsel alemle & beyinle sınırlı olmadığını, bunları da içeren ve/fakat aşan bir manevi duyuş -belki sezgi- ile ilgili olduğu bize öğretiyor. Yani unutulmamalı ki fiziksel kalbimiz de -her ne kadar üzerinde gelişkin bir sinir ağı yapısı ve son derece güçlü bir manyetik alana sahip olsa da- varolan her şey gibi hakikatin bir sembolü, bir ayeti…
Kalb meselesine biraz daha odaklanalım.
“Kalb” bir buluşma sahnesine veya bir “orta noktaya” işaret ediyor; mana ile maddenin, ruh ile bedenin, aşk ile aklın, teslimiyet ve bilginin, ilahi ile dünyevinin, batın ile zahirin kucaklaşma noktası… Kadim bilgeler bu iki "deniz"in kalpte bir araya geldiğini ve insanın derinliklerinde bir tevhid noktası ile simgeselleştirildiğini söylerler. (Bu iki denizin birleştiği yere dair Kehf Suresi, 60-65’te geçen Hz. Musa ile Hızır’ın buluşması da çok derin anlamlar taşır: “Hani Musa, genç yardımcısına demişti: ‘İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar durmayacağım…’ (Kehf, 60) Şüphesiz ayetlerin yorumları & açılımları sonsuzdur ve en doğrusu Allah bilir, ama "iki denizin birleştiği yeri" bu yeri, hikmetin, sırların, kalbin derinliğinde açılan ilahi bilginin merkezi olarak yorumlayabiliriz. Hızır, batıni bilginin sembolüdür; Musa ise zahiri şeriat ilmini temsil eder. Kalb adeta Hızır’ı Musa ile buluşturan arayüzdür.)
Bundan neden bahsetme gereği duydum?
Kalb öyle bir sahne ki yüce Allah “yerlere ve göklere sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım” buyuruyor. O ne saf -hatta saflıktan da münezzeh- bir yücelik ve ne geniş -hatta genişlikten de münezzeh- bir mekansızlıktır ki Kendi’si görünmüyor ama her şey O’nunla görünüyor, Zat’ı bilinmiyor ama tüm sıfatlar ve fiiler Zat’ından açığa çıkıyor, bize bizden yakın da yine de tatminsiz zihinlerimizle arayıp durmaktayız… İşte varlıkla yokluğun bir olduğu, ikiliğin kalktığı bu noktaya kadim yoga felsefesinde de “Anahata” denmiş.
Anahata: bilenler bilir, Kalp çakrası demek. Burayı biraz daha zevk etmek için kavramın kökenine bakalım istiyorum.
Sanskritçe "Anahata" şu şekilde kökenlerine ayrılıyor:
"A": Olumsuzluk ön eki (“-me-”, “-sız” gibi)
"Nahata": “Vurulmuş”, “çarpılmış”, “dokunulmuş”
Anahata kelimesi tam olarak “vurulmamış, çarpılmamış, dokunulmamış” anlamına geliyor. Bu, çok özel bir şeyi ifade ediyor: Duyulabilir bir ses olmadan oluşan ses. Yani, iki şeyin çarpışmasıyla oluşmayan, içsel, sonsuz, ilahi kaynaklı bir sessiz ses…
“Çalınmadan çalan çan” da diyorlar…
Yani burada duyulan “ses”: fiziksel değil, ruhsal. Kalbin en derininde (tıpkı tasavvufi nokta-i süveyda gibi) Hiçlik’ten gelen bir çağrı. Bu, içsel tefekkürde duyulan “sonsuzluk sesi”, yani sükutun sesi…
Manevi müziği, manevî hali ve dili sürekli olarak dinleyen Hz. Pir Mevlana’nın da bu konuda ne çok sözü var;
“Sus; eğer birisi sana harfsiz, sessiz söz olamaz derlerse de ki: Yalan!”
“Ağzımız söylemiyor, dudağımız yok ama baştan başa sözüz."
“Susarken naralar atıyorum!”
“Can gibi susarak konuşuyoruz.”
“Aşıkların susması daha hoştur, denizinse coşup köpürmesi. Sükut içinde söylenen sözler, aynada görünen şekiller, yüzler gibi daha hoştur, daha güzel görünür.”
“Dilsiz, dudaksız söyleyeceğim, çünkü şu diller, dudaklar, bu nefesten ürker. Bu nefes, gizli bir ırmağın kenarında yetişir, meyve verir!”
“Fakat her an yeşermiş, güzelleşmiş, bezenmiş bir gül bahçesi gibi dilsiz dudaksız olarak suya şükredin!”
“Her zerre, feryatla, inleyişle dop-dolu; fakat ne yapsın ki dili yok.”
Ve daha niceleri…
Yine Kuran’ı Kerim’de Meryem Suresi’nde (ayet 2–11) geçen Hz. Zekeriyya’nın hikayesi, Allah’a edilen bir dua, gerçekleşen bir mucize ve beraberinde gelen sessizliği anlatır.
Bilindiği üzere Hz. Zekeriyya, yaşlı bir peygamberdir. Eşi de yaşlıdır ve ikisinin çocuğu olmamıştır. Buna rağmen Allah’a içtenlikle dua eder: “Rabbim, bana bir çocuk ver. Soyum devam etsin. Sana güzel bir kul olsun.” Ve Allah, ona bir oğul müjdeler: Hz. Yahya (Hz. Yahya / Vaftizcİ Yahya diye de geçiyor…) Ama mucize burada bitmez: Zekeriyya bu haberi alınca konuşma yetisini geçici olarak kaybeder. Öyle ya; vaktinden önce konuşmak kadar, yapabilecekken konuşamamak da bir mucizedir! Allah ona şöyle der:
“Senin için işaret, insanlarla üç gün boyunca yalnızca işaretle konuşmandır.”(Meryem, 10)
Zekeriyya artık konuşamaz. Ama yine de halkına mesaj verir. Sözsüz, ama anlaşılan bir dille, bir tür içsel rehberlikle...
“Derken, mabeddeki bölmesinden halkının karşısına çıkıp “Sabah akşam Rabbinizi tenzih ve O'na ibadet edin! ” diye işarette bulundu.” (Meryem, 11)
Ne çok benziyor sessiz sese değil mi? Çalınmadan çalan çana…
Gebe bırakan bir sessizlik…
Ve bu sessizliğin meyvesi olarak Kuran’da kalp yumuşaklığı, temizlik, nefsine hakimiyet, takva, isyankarlıktan, zorbalıktan, şehvet ve kötülüklerden uzaklık vasıflarıyla övülen bir peygamber olan Hz. Yahya’nın meydana gelişi…
Gebe bırakan sessizlik deyince aklıma John Cage’in 4.33 adlı eseri geldi:
Amerikalı besteci, filozof, yazar John Cage, 1952 yılında, üç bölümden oluşan, herhangi bir enstrüman için yazılan ama müzisyenlerin enstrümanlarını çalmamaları gereken müzik yapıtı Dört Otuz Üç adlı eserini besteledi. Piyanist sahneye geldi, oturdu, kapağı açtı ama tek bir nota bile çalmadı. Tam 4 dakika 33 saniye boyunca… Bu bestede insan, hem enstrümanın ve sesin kendisi hem de dinleyicisiydi. Böylelikle eser, bireysel bir ürün olmaktan çıkıp toplumsallaşmış ve hayatın doğal akışına karışmıştı.
John Cage, daha sonra bu performansı şu sözlerle anlatmıştı:
“Dinlemeyi bilmedikleri için sessizlik olduğunu sandılar. Oysa her saniye rastgele seslerle doluydu. İlk bölümde ağaçların arasından esen rüzgarın sesi, ikinci bölümde çatıya düşen yağmur damlalarının pıtırtısı duyuluyordu. Üçüncü bölümde ise insanlar kendi aralarında konuşmaya, dışarı çıkmaya ve türlü, ilginç sesler çıkarmaya başladılar. Kimse gülmedi, aksine, hiçbir şeyin olmayacağını anlayınca rahatsız oldular. Üstünden onlarca yıl geçmesine rağmen bunu unutmadılar, hâlâ öfkeliler.”
Evet Cage’e göre seyircinin bir kısmı öfkeli, çünkü sessizliği sindirememiş olabilirler. Ne bileyim belki onların da -yani sessizliğe katlanamayan bizim de- üç günlük bir sessizlik orucuna ihtiyacımız vardır? İlk gün emmarenin, ikinci gün levvamenin, üçüncü gün mülhimenin orucuna…
Bu arada sende kendi 4.33’ünü pratik edebilirsin. Mesela bir dakika boyunca hiçbir şey yapma. Gözlerini kapat. Dış sesleri fark et. Sonra kalbini dinle: Sessizliğin içinde sana ne diyor? Yaz. Sesle değil, kalple…
Neyse, şu sınırlı ve aciz aklımla, bu hikayenin çağrışımlarıyla gelen şu dersi bir kenara not ediyorum; ses, gerçek niteliğini sessizlikten geçince buluyor! Hani Sezen Aksu’nun acıdan geçmeyen şarkılar eksiktir deyişi misali…
Başka bir ifadeyle insan, benliği bir kenara bıraktıkça insanlaşıyor. Müzik, sesinin çok güzel oluşuyla veya virtüöz oluşla değil, kalple icra edişle anlam kazanıyor. Yoga terimleriyle söylersek de Anahata’tan geçince Vishuddha yani ifade, iletişim, hakikatin dile gelmesi olan boğaz çakrası kendini buluyor. (Vishuddha, Vi-: pekiştirici ön ek; “tamamen, derinlemesine” ve Shuddha: “temiz, saf, arınmış” köklerinden oluşuyor. “Tam anlamıyla saf”, “derinlemesine arınmış”, “eksiksizce temizlenmiş” “sözün saf hale gelişi” demek… Boğaz çakrası, kalpte sezilenleri söz, şarkı, şiir, dua, nefes, müzik aracılığıyla dünyaya taşımakla vazifeli… Bu aktarım ise ancak safsa, yani arınmışsa kıymetli. O yüzden bu merkeze “tam arınmışlık” ismi verilmiş…)
Kalb ise; konuşabilecekken konuşamayan Hz. Zekeriyya ile, daha bebekken & konuşamayacakken konuşan Hz. İsa arasında sanki bir berzah…
Özetle, tasavvufi/sufi düşünceye göre müzik için, sadece seslerin düzenlenmiş hali değil, İlahi olanın yeryüzündeki yankısı demek gerekiyor. Her nota, her ezgi, "Ol" emrinin bir yansıması gibi... Ney'in iniltisi ya da kudümün vuruşu, bu emrin içimizdeki izlerini hatırlatıyor. Hz. Mevlana'nın çağrısı “dinle” ile bu hatırlayış, gözle değil, kulakla ve kalple oluyor.
Dinlemek, varoluşun derinliklerinden gelen sesi fark etmek…
Müzik ise, bu sesi fark etmeye aracı değil, doğrudan kendisi...
Hazır kalbi dinliyorken, biraz fısıldasın şimdi bize;
Toparlasın sözcükleri şiir diliyle de;
SESSİZLİKTEN SESE, SESTEN SESSİZLİĞE
Başlangıçta bir sessizlik vardı.
Ne gök vardı ne yer, ne zaman ne de mekan.
Varlık henüz adını işitmemişti, çünkü henüz ad yoktu.
Sadece mutlak bir huzur, sonsuz bir seyr...
İşte bu hale Sufiler “sükût-i ezelî” dediler:
Allah’ın zatındaki o aşkın sessizlik;
kelimesiz, şekilsiz, sınırsız,
adeta “yazılmamış” bir kader…
Sonra…
O sükuttan bir emir doğdu:
Kainat “kün!” — “Ol!” ismiyle doğruldu.
Bu emir, sadece bir söz değil, aynı zamanda ilk titreşim “ol”du.
İlk dalga.
İlk yankı.
Bu yankı evreni sardı;
dağ oldu, yıldız oldu, su oldu, insan oldu...
Yani varlık, bir sesle başladı.
Ve o ses, her zerrede bir hafıza gibi gizlendi.
İşte bu yüzden müzik — eğer hakikati taşıyorsa — bize tanıdık geldi.
Çünkü biz o sesi zaten içimizde duyduk…
Sanma ki bu yolculuk düz bir çizgi üzerindeydi.
Bu bir halka idi.
Baştaki sessizlik, sona doğru yeniden yaklaştı.
Ancak bu son sessizlik, artık cehalet değil;
kemalin sessizliği oldu.
Sufiler buna da “sükût-u arifâne” dediler:
Bilerek susmak.
Bildikçe susmak.
Çünkü artık söz kifayetsiz kaldı.
Artık insan, olduğu yere değil, olduğu şeye dönüştü.
Yani başlangıçta Allah insanı “Kün” emriyle var ettiyse,
Ve ona nefesinden üflediyle,
insan da bu yolculuğun sonunda “nefes”ine sahip çıktı,
olgunlaştı da kelamıyla ölüyü diriltir hale geldi.
Ve o anda,
içinde yeniden o sessizlik zuhur etti.
Bu kez sessizlik bir boşluk değil,
bir doluluk,
bir cem hali olageldi…
İşte müzik, bu dairenin içindeki ipucu idi.
İnsana yönünü hatırlatan bir sır.
O ilk sesten iz taşıyan,
son sessizliğe doğru yol açan bir işaret.
Neyin iniltisi, kudümün vuruşu, insan sesinin titremesi…
Hepsi o “başlangıç” anını yeniden çağırır.
Ve çağırmakla kalmaz, bize ait olanı geri verir:
İçimizde kaybolduğuna inandığımız ilahi özü...
İnsan, bu çemberi tamamladığında,
başladığı yere ama artık farkında olarak döndü.
Sadece var olmakla kalmadı,
“Ben kimim?” sorusunun cevabına yaklaştı.
Bulabildi mi? Hem evet, hem hayır.
Çünkü en sonunda, o cevap da sustu.
Çünkü geriye sadece şu kaldı:
Sessizlik.
Ama bu kez sadece
Tanrının konuştuğu...
Emrah Akbalaban
Comments