Gönüllü Köleliğin Psikolojisi
- Emrah Akbalaban
- 4 Nis
- 16 dakikada okunur
Doğrusu böyle bir yazı yazmak yoktu aklımda. Sosyal medyada gezinirken kendimi bir an şunu düşünürken buldum; “nasıl oluyor da insanlar neredeyse hiç düşünmeden destekledikleri otoritelerin karanlık taraflarını bu kadar görmezden gelebiliyor?”
Bunu sorarken gözü ve kalbi tamamen kararmış tiplerden söz etmiyorum, onlar çoktan Allah’a havale… Kastettiğim aslında konuştuğunda güya insanlığın selameti için titreyen bir kalbe sahip olan, insan hakları ve özgürlük vb. kavramlara karşı duyarlılığı yüksek, belirli bir yaşam standardı süren, okuyan, yazan ve kendi çevresi içinde “aydın” kabul edilebilecek bir kesim… Nasıl oluyor da söz konusu şey inandıkları siyasi parti veya savundukları ideoloji olduğunda bu kadar kör olabiliyorlar? Bu sorunun sadece maddi çıkarlarla açıklanabileceğini sanmıyorum. Dolayısıyla yazının konusunu biraz da genelleyerek şunu sorarak başlıyorum; acaba hangi içsel mekanizmalar bir insanı “gönüllü köle” haline getirir? Hangi içsel mekanizmalar bir bireyi hakikati görmekten bu kadar alıkoyar? Bunları her zaman ve her coğrafya için geçerli, her türlü iktidar ve tebaası için söz konusu olabilecek evrensel sorular olarak ele alıyorum.
Ve eklemeliyim: biliyorum ki "nasıl bu kadar kör olabilirsin?" sorusunu "onlar" da "bana" sorabilirler ve sormalılar. Derdimiz yeni bir "biz ve onlar" ayrımı yapmak değildir. Keza "onlar" dediğimiz her kim ise bir ölçüde bizdedir, bizim de içimizdedir. Amacımız akl-ı selim ışığında hakikati rasyonel bir şekilde değerlendirecek tarafsız perspektiflere sahip olmaya ve insana ayna tutmaya çalışmaktan ibarettir.
“Sen gerçekler konuşulduğu zaman dinlemiyorsun; sen yalnızca gürültüyü dinliyorsun. Ve sonra 'yaşasın' diye bağırıyorsun.” (Wilhelm Reich)
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 7)
Gönüllü Kölelik Kavramı Hakkında
“Zavallı sefil insanlar, akılsız halklar, başlarına gelen kötülüklere karşı inatla duyarsız kalan, karşılarına çıkan iyilikleri göremeyecek kadar kör uluslar! Alın terinizin ürünü en değerli zenginliklerinizin göz göre göre elinizden alınmasına, tarlalarınızın yağmalanmasına, evlerinizden ata mirası değerli eşyaların soyulup çalınmasına seyirci kalırsınız! Artık hiçbir şey sizin malınız değilmiş gibi yaşarsınız. Mallarınızın, ailelerinizin, hayatlarınızın sadece yarısının size bırakılmış olmasından dolayı sanki büyük bir mutluluk duyuyor gibisiniz. Uğradığınız bütün bu zararların, bu felaketlerin, bu yıkımın sorumlusu yabancı düşmanlarınız değil, tam tersine tek bir düşman, kendi ellerinizle yarattığınız, uğruna cesaretle savaşa gittiğiniz, şanı için ölümü bile göze aldığınız kişi. Sorumlu o! Bu efendinin de sizin gibi iki gözü, iki eli, bir vücudu var ve sıradan bir hemşerimizden fazla bir şeyi yok. Ancak sizden fazla bir şeyi var ki onu da ona siz sizi ezsin diye verdiniz. Eğer siz vermediyseniz sizi gözetlediği bunca gözü nereden buldu? Siz vermeseydiniz size vurduğu bunca eli nereden buldu? Kentlerinizin sokaklarını çiğnediği ayaklar sizin değilse kimin? Siz izin vermeseydiniz, üzerinizde iktidar sahibi olabilir miydi? Sizinle anlaşmamış olsa size nasıl saldırabilirdi? Sizi soyan bu hırsıza yataklık etmeseniz, sizi öldüren bu katilin işbirlikçisi olmasaydınız ve kendinize ihanet etmeseydiniz.” (Etienne de la Boétie)
Gönüllü kölelik terimi, bireylerin özgür iradelerini ve eleştirel düşüncelerini yitirerek, kendilerini otoriter güçlerin eline teslim etmeleri sürecini ifade eder. Üstelik bu teslim ediş görünüşte -ve kapitalizmin bu aşamasında- bir bireysellik & kimlik inşası olarak dahi görülebilir, algılanabilir. Yani zahiren bir köle yoktur ortada, ancak kişi iç dünyasında pranga altındadır. Egemenliğin kültürel boyutu, bireylerin mevcut güç ilişkilerini sorgulamadan benimsemesine ve hatta kendi özgürlüklerini kısıtlayan düzeni “doğal” ve “olması gereken” olarak kabul etmelerine zemin hazırlar. Hatta “köle” kendisini “efendi” bile zannedebilir!
Bu süreci açıklarken vaktinde bu konulara kafa patlatmış Gustave Le Bon, Erich Fromm ve Wilhelm Reich gibi düşünürlerin yaklaşımlarını göz önünde bulundurarak başlayalım söze.
Şema: Gönüllü Köleliğin 3 Temel Mekanizması

Ben’in Erimesi
Le Bon, "Kitle Psikolojisi"nde, bireylerin kalabalıklar içinde kimliklerini kaybettiğini, bireysel eleştirel yargılarının (yani modern tıbbi anlamda neo-korteksin ki cemal karakterlidir) yerini duygusal tepkilere (yani amigdala ki celal karakterlidir) bıraktığını belirtir. Kalabalık psikolojisi, bireylerin lider figürlere ve otoriter söylemlere daha kolay boyun eğmesine yol açar. Bu durum, bireylerin bilinçli tercihleri yerine, kitle dinamiğinin getirdiği haz ve aidiyet duygusuyla hareket etmelerine neden olur. Bireyin kendi iradesini ve düşüncesini yitirerek, kitle içinde bir parça haline gelmesi; otoriter güçlerin, kitle dinamiği üzerinden kontrolü ele geçirmesine zemin hazırlar.
"Kitleyi oluşturan bireylerin zihinsel kapasitelerinin çok üst düzeylerde olması bizim genel prensibimizi değiştirmez. Cahil bir insan ve bir bilgin, bir kere kitle içinde yer alınca olayları objektif olarak değerlendirme bakımından aynı kabiliyet seviyesine inerler. Çok yüksek bir zekaya sahip olmanın hiçbir önemi yoktur. Birkaç kişi birleşince bir kitle oluştururlar ve o zaman bunlar bilgin dahi olsalar, uzmanlıkları dışında olan konularda tam bir kitle karakteri gösterirler. Her birinin tek tek sahip olduğu gözlem hassasiyeti ve eleştiri gücü kaybolur." (Gustave Le Bon)
“Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin; onlar ne buyuruyorsa onu yapın” denildiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” derler. Peki, ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler ise?” (Maide, 104)
Özgürlük Korkusu
Fromm, özellikle "Özgürlükten Kaçış" adlı eserinde, modern bireyin özgürlükle birlikte gelen sorumluluk, belirsizlik ve yalnızlık duygusundan kaçma eğiliminde olduğunu hatırlatır. Bu kaçış, bireylerin kendilerini güçlü bir otoriteye teslim ederek, karar almanın getirdiği baskıdan kurtulma arzusuyla örtüşür. Özgürlüğün getirdiği varoluşsal kaygılar, bireyde güvenlik arayışını tetikler. Böylece, kendini otoriteye teslim eden, yönlendiren ve belirli normlara uymaya çalışan yapılar, birey için bir "güvenli liman" haline gelir. Evet, kağıt üstünde herkesin özgürlüğü ister gibi görünebilir, ancak çoğu insan bilinçaltında özgürlükten korkar. Daha da derinde, Jung’un deyimiyle “insanlar kendi ruhlarıyla yüzleşmekten kaçınmak için ne kadar saçma olursa olsun her şeyi yapacaklardır”.
“Bir öğreti ne kadar mantıksız olursa olsun, toplum tarafından kabul edilerek güç kazandığı zaman milyonlarca insan kendilerini dışlanmış ve izole edilmiş hissetmektense ona inanmayı tercih edecektir.” (Erich Fromm)
“Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru gittiğiniz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve yapmakta olduğunuz her şeyi o zaman Allah size bildirecektir.” (Mâide, 105)
Psikolojik Bastırma
Wilhelm Reich, bireylerin cinsel ve duygusal enerjilerini bastırmalarının, otoriter karakter yapısına zemin hazırladığını ileri sürer. Bastırılmış duygular, bireyde hem kendi kendine zarar veren hem de dışarıdaki otoriter figürlere karşı boyun eğen davranış kalıplarını tetikler. Kişisel özgürlüğün kısıtlanması, bireyin içsel enerjilerini otoriteye teslim etme şeklinde dışa vurulur. Böylece, hem kendi kendini kontrol eden hem de dışsal baskıya karşı pasif kalan bir yapı oluşur.
“Senin cinsel açlık içinde olduğunu, diğer cinsten insanlara nasıl şehvetle baktığını, dostlarınla aşk meseleleri üzerine pis şakalar yaptığını, pis pornografik fantezilerin olduğunu sen biliyorsun, ben biliyorum, herkes biliyor. Senin kafanda her türlü ahlaksızlık marifeti oluşuyor. Benim sevgiyle kucaklayışım senin yaşamında pornografik bir sahne haline geliyor. Ve aslında benim neyden söz ettiğimi bile bilmiyorsun küçük adam.” (Wilhelm Reich)
“Diğer insanlara sahici erdemlerle donanmayı öğütlerken sıra size gelince terk mi ediyorsunuz; ve üstelik Kitabı da tilavet edip dururken? Siz hiç kafanızı çalıştırmayacak mısınız?” (Bakara, 44)
Özetle gönüllü kölelik tutumu, bu düşünürlerin de vurguladığı gibi, bireyin içsel çatışmaları, özgürlüğün getirdiği sorumluluk ve belirsizlik ve bastırılmış duyguların otoriter yapıların suiistimal edilmesiyle ortaya çıkar. Birey, kalabalık ve otoriter figürler tarafından sunulan “güven” ve “aidiyet” duygusu karşısında, özgür iradesinden ödün vererek, aslında kendi esaretini kabul eder hale gelir. Bu süreç, toplumsal kitlelerin manipülasyona açık hale gelmesiyle daha da pekişir.
"Uyuyan milletler ya ölür ya da köle olarak uyanır." (Mustafa Kemal Atatürk)
İktidar Nedir?
Bu uyku iktidarın “işine gelir” diyerek geçiverebiliriz, ancak bilmeliyiz ki iktidar her ne kadar “kötü” çağrışıma sahip bir sözcük olsa da kendi içinde nötr bir ifadedir ve her şey gibi onun da sağlıklı ve sağlıksız versiyonları vardır. Genel özelliklerine bakalım;
Sağlıklı İktidarın Özellikleri:
Katılımcılık ve Şeffaflık: Karar alma süreçlerinde geniş kesimlerin söz hakkı vardır. İktidar, hesap verebilirlik mekanizmalarıyla desteklenir; süreçler açık ve denetlenebilirdir.
Adalet ve Hukuk Üzerine İnşa Edilme: İktidarın kullanımı, hukukun üstünlüğü ilkesine dayanır. Yasal düzenlemeler ve adil yargı sistemi, tüm bireyler için eşit uygulanır.
Çoğulculuk ve Temsil: Farklı görüşler, ideolojiler ve toplumsal grupların temsil edildiği yapılar söz konusudur. İktidar, tek bir merkeze yoğunlaşmak yerine dağıtık bir yapı sergiler.
Özgürlük ve Bireysel Hakların Korunması: İktidar, bireylerin temel özgürlüklerini ve haklarını kısıtlamadan, onların potansiyellerini geliştirmesine olanak tanır.
Diyalog ve Eleştiriye Açıklık: Farklı görüşlerin ve eleştirilerin ifade edilebildiği bir ortam mevcuttur. İktidar, yapıcı eleştirileri ve alternatif önerileri dinleyerek kendini yeniler.
Sağlıksız İktidarın Özellikleri:
Otoriterlik ve Merkeziyetçilik: Güç, tek bir merkezde yoğunlaşır ve karar alma süreçlerinde geniş katılım yerine, belirli bir elit veya liderin görüşleri ön plandadır.
Şeffaflık Eksikliği ve Hesap Verebilirlik Sorunu: Karar mekanizmaları gizli yürütülür; yolsuzluk, kötüye kullanım ve hesap sorulmaması yaygındır.
Baskı ve Zor Kullanımı: İktidar, bireylerin ve toplumsal grupların özgürlüklerini kısıtlamak, farklılıkları bastırmak için baskı yöntemlerine başvurur. Bu durum, ifade özgürlüğü ve eleştirel düşüncenin engellenmesine yol açar.
Hukukun Aletleştirilmesi: Hukuk sistemi, otoritenin sürdürülmesi için manipüle edilir. Yargı bağımsızlığı zayıflatılır, kanunlar seçici olarak uygulanır.
Propaganda ve Manipülasyon: Bilgi akışı kontrol altına alınır, kamuoyu manipüle edilir. Alternatif görüşlerin susturulması ve tek tip söylemlerin zorla benimsetilmesi sağlanır.
Özetle sağlıklı iktidar, toplumsal katılım, şeffaflık, adalet ve özgürlük gibi ilkelere dayanan, hesap verebilir ve çoğulcu bir güç kullanımını ifade eder. Buna karşılık, sağlıksız iktidar; otoriterlik, merkeziyetçilik, baskı, yolsuzluk ve hesap verememe gibi özellikler taşıyarak, bireysel özgürlükleri kısıtlar ve toplumsal çeşitliliği zedeler. Bu tanımlar, belirli bir topluma ve iktidara özel değildir. Öne sürülen kavramlar hem demokratik sistemlerin temel prensiplerine hem de modern iktidar eleştirilerinin öne sürdüğü değerlere dayanmaktadır.
Bu arada “sağlıksız iktidar” derken sadece sabit ve merkezi bir yapı tarafından uygulanan baskı ve zorlama türünden bir şeyi anlamayalım. Modern sosyolojide iktidar aynı zamanda üretken, yaygın ve ilişkisel bir güç olarak tanımlanır. Bu güç, toplumsal ilişkiler ve bilgi pratikleri aracılığıyla sürekli olarak yeniden üretilir. İktidarın hatırlanması gereken bir takım özellikleri şunlardır;
Üretkenlik ve Yaygınlık:
İktidar, yalnızca negatif bir baskı mekanizması değil, aynı zamanda bilgi, normlar ve söylemler aracılığıyla sürekli üretim yapan bir güçtür. Toplumun her alanında ve sosyal ilişkilerde var olur.
Örnek: Otoriter rejimlerde iktidar, yalnızca baskı unsuru olarak değil, aynı zamanda toplumsal söylemler ve normların üretimi yoluyla varlığını sürdürmektedir. “Devlet”, “millet”, “milli birlik”, “güvenlik”, “kalkınma” gibi kavramlar etrafında belirli söylemler üretir. Bu söylemler, hem medya organları (devlete yakın medya kanalları) hem de resmi açıklamalar, törenler ve propaganda yoluyla sürekli tekrarlanır. Böylece toplumun her alanında iktidarın ideolojik temelleri oluşturulur. Büyük altyapı projeleri, milli strateji programları ve ekonomik kalkınma hedefleri, yalnızca ekonomik üretim değil; aynı zamanda toplumsal düzeni ve inançları yeniden üreten mekanizmalar olarak görülebilir.
İlişkisel Doğa:
İktidar, belirli bir merkezden aşağıya doğru zorla uygulanmaz. Her birey arasındaki ilişkilerde, kurumlarda ve toplumsal pratiklerde sürekli olarak yeniden üretilir ve müzakere edilir.
Örnek: Otoriter rejimlerde iktidar, merkezi otoritenin ötesinde, geniş ilişkisel ağlar üzerinden işleyen bir yapıya sahiptir. İktidar, sadece resmi kurumlarla sınırlı kalmayıp, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşlarının belirli kolları, iş dünyası ve hatta bazı akademik çevrelerle kurulan ilişkiler aracılığıyla da yayılır. Devlet içinde ve dışında, kişisel ilişkiler, liyakat dışı atamalar ve yakın çevre bağımlılıkları, iktidarın günlük pratikte nasıl uygulandığının bir göstergesidir. Bu, güç ilişkilerinin sadece yukarıdan aşağıya değil, aynı zamanda yatay ilişkiler aracılığıyla da yeniden üretildiğini ortaya koyar.
Bilgi ile İç İçe Geçmiş:
Fransız filozof Foucault, iktidar ile bilginin ayrılmaz bir bütünü olduğunu vurgular. Bilgi üretimi, belirli söylemlerin ve normların oluşturulması yoluyla iktidarın nasıl çalıştığını ve bireylerin nasıl şekillendiğini belirler.
Örnek: Otoriter rejimlerde bilgi üretimi ve kontrolü, iktidarın kendisini meşrulaştırma ve toplumsal hafızayı şekillendirme araçlarından biri olarak işlev görmektedir. Resmi eğitim müfredatlarında, milli tarih ve kültürün belirli yorumları öne çıkarılarak, toplumsal hafıza ve kimlik üzerinde etkili olunmaktadır. Medya kuruluşları, devlet politikaları doğrultusunda haber içeriklerini şekillendirme eğilimindedir. Aynı şekilde, akademik yayınlarda veya kamuya açık söylemde, resmi görüşe yakın çalışmaların desteklenmesi, iktidarın bilgi alanındaki etkisini güçlendirir. Sosyal medya ve internet üzerindeki içerik düzenlemeleri, belirli söylemlerin öne çıkarılması ve alternatif görüşlerin marjinalleştirilmesi, bilgi ve iktidarın birbirine ne kadar bağlı olduğunun en yakından şahit olunan örneklerindendir.
İçselleştirme:
İktidar, bireylerin zihinlerine ve bedenlerine nüfuz ederek, onların davranışlarını, düşünce kalıplarını ve toplumsal normları şekillendirir. Bu, bireylerin kendilerini özgür iradeleriyle sınırladıkları bir içselleştirme sürecini içerir.
Örnek: Otoriter rejimlerde iktidarın içselleştirme boyutu, bireylerin resmi söylemleri benimsemesi ve kendi kimliklerinde yer etmesiyle kendini gösterir. Milli birlik, vatanseverlik, din ve ahlak gibi değerlerin güçlü bir şekilde vurgulanması, bireylerin bu değerleri içselleştirmesine yol açar. Bu durum, alternatif bakış açılarını sınırlayabilir ve bireylerin eleştirel düşünce geliştirmesini engelleyebilir. Televizyon programları, filmler, müzik ve diğer kültürel ürünler aracılığıyla, belirli ideolojik çerçevelerin ve normların bireylerin günlük yaşamına yerleşmesi sağlanır. Böylece, bireyler kendi davranış ve düşünce kalıplarını, devlete yakın söylemler çerçevesinde şekillendirir.
Türkiye’de iktidarın bu 4 etmen açısından nasıl yapılandığını daha derin düzeyde ve örneklerle analiz etmek isterdim ama bu yazının sınırlarını aşıyor. Bizim derdimiz özellikle sağlıksız iktidar yapıları ve bu yapılar içinde oluşan fanatik taraftarlığın psikolojik / bireysel mekanizmalarını anlamaya çalışmak. Şimdi buna biraz daha yakından bakarak gönüllü köleler yaratan ve onlar tarafından da yaratılan & yaratılmaya devam eden bir iktidarın şemasını anlamaya gayret edelim.
Sağlıksız İktidarlarda Lider Arketipi
"Dünya, senin gözünde önemini yitirmeli ki sen halka hizmet edebilesin. Eğer dünya senin gözünde büyük ve ehemmiyetliyse sen açın halinden ne anlarsın ki!" (Hz. Ali)
Aşağıdaki şemada, diktatöryel bir bireyin kişilik özelliklerinin davranış kalıplarını beslediği, bu kalıpların devlet gücünü pekiştirdiği ve bunun sonucunda toplumda korku, ideolojik bağlılık ve manipülasyonun artarak bireyin kontrol mekanizmasını güçlendirdiği döngüsel bir dinamik görüyoruz.
Şema: Sağlıksız İktidarın Toplumsal Döngüsü

Bireysel Kişilik Özellikleri ve Psikolojik Eğilimler
Narsisizm: Aşırı benmerkezcilik, sürekli övgü beklentisi
Güç Odaklılık: Kontrol ve hakimiyet arzusu, statü takıntısı
Kindarlık ve Öfke: Duygusal patlamalar, intikamcı tutum
Belirli Davranış Kalıpları ve Stratejiler
Kendini Üstün Görme: Lider, kendisini toplumun ve hatta tüm dünyanın merkezi olarak konumlandırır, eleştiriye tahammülsüzdür.
Ötekileştirme: Belirli grupları hedef alarak “biz vs. onlar” ayrımını yapar.
Kendini Haklı Çıkarma: İddialarını meşrulaştırmak için ideolojik veya tarihsel argümanları kullanır.
Takdir Beklentisi: Kendisiyle ilgili sürekli olumlu imajın ve övgünün yaratılmasına büyük önem verir.
Bilgiyi Kontrol Etme: Medya, eğitim ve iletişim kanallarını kullanarak kendi söylemini yayar; alternatif görüşlerin bastırılması için stratejiler geliştirir.
Duygusal Yönlendirme: Toplumun duygusal tepkilerini (korku, öfke, gurur) tetikleyerek, kitleleri belirli bir yönde hareket ettirir.
Merkeziyetçi Karar Alma: Karar alma süreçlerini tek bir merkezde toplar, geniş katılımcı süreçleri ortadan kaldırır.
Muhalefeti Kişiselleştirme: Eleştiri ve muhalefeti “hainlik” veya “vatan düşmanlığı” olarak nitelendirir.
Baskı ve Suçlama: Muhalif görüşleri ya da eleştirileri, bireysel ve toplumsal düşmanlık argümanlarıyla bastırır.
Kültürel ve Ulusal Mitler: Kendi liderliğini, toplumun tarihsel ya da kültürel mirasıyla ilişkilendirerek meşrulaştırır; ulusal gurur ve birlik duygusunu istismar eder. Kendi geçmişini ve geleceğini büyük bir kahramanlık hikayesine dönüştürerek, kendisini kurtarıcı veya ulusun kader belirleyicisi olarak sunar.
Ulusal Kimlik ve Gururun Abartılması: Toplumsal hafızada belirli tarihsel olayları ya da kahramanlık öykülerini öne çıkararak, ulusal gururu aşılar ve liderin rolünü meşrulaştırır.
Güvenlik ve Yargı Manipülasyonu: Güvenlik güçleri ve yargı sistemini kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, eleştirileri ve muhalefeti bastırır.
Dış Tehdit Senaryoları: Gerçek ya da kurgusal dış düşmanlar oluşturarak, toplumu birlik içinde hareket etmeye teşvik eder.
İçsel Grup Oluşturma: Seçkin bir danışman veya sadık çevre oluşturarak, dış dünya ile araya güçlü bir bariyer koyar.
Kendi Kendini Tekrar Eden Söylem: Sürekli olarak aynı sloganlar ve ritüelleri tekrarlar, alternatif bakış açılarını baskı altına alır.
Yenilikçi Düşünceyi Kısıtlama: Yenilikçi veya eleştirel fikirlerin gelişimine engel olacak ortamlar yaratır; bu da var olan düzenin sorgulanmamasını sağlar.
Şiddet Uygulama: Fiziksel, sözel veya psikolojik baskı yöntemlerinin uygulamaktan çekinmez.
Şiddeti Meşrulaştırma: Şiddetin, “ülke güvenliği” veya “ideolojik temizlik” gibi kavramlarla rasyonelleştirir.
Toplumsal Etmenler ve Destekleyici Faktörler
Sosyal Kutuplaşma: Toplumun belirli gruplara bölünmesi, karşıt görüşlerin sertleştirilmesi.
Ekonomik ve Sosyal Belirsizlik: Ekonomik krizler, işsizlik ve sosyal adaletsizlik gibi faktörlerin yarattığı güvensizlik.
Kültürel ve Tarihsel Bağlam: Geçmişteki otoriter yönetim örneklerinin veya darbe girişimlerinin mevcut iktidarın duruşunu haklı çıkarmadaki etkisi.
Eğitim ve Bilgiye Erişim Kısıtlılığı: Eleştirel düşüncenin desteklenmemesi, propaganda yoluyla bilgiye sınırlı erişim.
Bireylerin Davranış Kalıpları
Toplumsal Normların Benimsenmesi: Bireyler, sürekli tekrar edilen resmi söylemler, ritüeller ve sembolik eylemler sayesinde, otoriter düzenin getirdiği normları ve değerleri içselleştirirler. “Ben, sistemin bir parçasıyım” düşüncesiyle, kişisel kimliğin yerine, sistemin belirlediği rolü benimserler.
Kimlik Bağlılığı: Bireyler, devletin sunduğu kolektif kimliğe (örneğin, milliyetçilik, dini değerler) sıkı sıkıya bağlanarak, eleştirel düşünce geliştirmek yerine, bu kimliği korumanın kendileri için en güvenilir yol olduğuna inanırlar.
Güvenlik Arayışı: Özellikle ekonomik, sosyal veya kültürel belirsizlik dönemlerinde bireyler, güvenlik ve istikrar arayışı içine girerler. Otoriter yapılar, bu belirsizlik dönemlerinde “güçlü lider” imajıyla, bireylerin korkularını yatıştırmayı ve kendilerini koruma altına alındıklarını hissettirmeyi iyi bilirler.
Kişisel Çıkarların Ön Plana Çıkması: Kendi çıkarlarını ve yaşam standartlarını koruma adına, bireyler, otoriter düzenin sunduğu “istikrarlı düzen”i desteklemeye devam ederler. Bu, çoğu zaman eleştirel düşünce yerine pasif bir “pratik hayatta var olma” stratejisidir.
Propaganda ve Medya Etkisi: Resmi medya ve propaganda kanalları, sürekli aynı söylemleri tekrarlayarak bireylerin bilinçaltına yerleşir. Bu süreç, gerçeklerle çelişse bile bireylerin “çarpık” olanı “hakikat” zannetme eğilimini pekiştirir. “Televizyon güzel bir görüntü gösterdiği ve bu görüntüyü küstah bir yalanla yorumladığında aptallar her şeyin açık seçik olduğuna inanır.” der sosyolog Guy Debord. “Gösteri toplumu” kitabında şu önemli kavramı hatırlatır; medya sadece televizyon, internet vs’den ibaret bir imajlar toplamı değildir. Medya gösteridir. Gösteri dediğimiz ise kişiler arasında var olan ve imajların dolayımından geçen bir toplumsal ilişkidir. Şöyle der “gösteri, uyuma arzusundan başka bir şey ifade etmeyen, zincire vurulmuş modern toplumun gördüğü kötü düştür. Gösteri, bu uykunun bekçisidir.”
Toplumsal Onay Arayışı: İnsanlar, aidiyet duydukları grubun normlarına uygun davrandıklarında sosyal onay alırlar. Bu durum da, bireylerin git gide grubun ortak görüşünü benimsemelerine yol açar.
İçsel Denetim ve Öz Disiplin: Otoriter yapıların yaygın denetim mekanizmaları, bireylerde içselleştirilmiş bir disiplin yaratır. Bireyler, kendi davranışlarını sürekli olarak bu dışsal baskının yansımalarıyla uyumlu hale getirmeye çalışır. “Kamu vicdanı”, bir tür içselleşmiş yargıç gibi çalışır.
Sistemin Doğallığını Savunma: Bireyler, otoriter düzenin “doğal” ve “gereklilik” olduğunu düşünerek, sistemin getirdiği kısıtlamaları rasyonalize ederler.
Eleştiriye Kapalı Olma: Alternatif görüşler ve eleştiriler, bireyler tarafından ya reddedilir ya da marjinalleştirilir. Bu durum, bireyin kendi yaşamındaki sıkıntıları sistematik olarak görmezden gelmesine neden olur.
Bilişsel Uyumsuzluğu Azaltma: Bireyler, otoriter düzenin olumsuz yönleriyle karşılaştıklarında bile, bilişsel uyumsuzluk yaşamamak adına bu düzeni rasyonalize eder ve meşrulaştırmaya çaba gösterirler.
Bastırılmış Özgünlük: Kendi özgün düşüncelerini ifade edemezler, alternatif yaşam biçimlerine dair umutlarını bastırırlar.
“Sen kendi kendini aşağıladığın için küçük adam, onlar da seni aşağılıyorlar, seni sevmiyorlar.” (Wilhelm Reich)
Özetle, gönüllü köle gibi davranan bireyler, toplumsal içselleştirme süreçleri, güvenlik arayışı, ideolojik bağlılık ve grup dinamikleri sayesinde otoriter düzeni destekleyen bir yapıyı oluştururlar. Kendi çıkarlarını koruma, bilişsel uyumsuzluğu azaltma ve sosyal onay ihtiyacı, bu bireylerin eleştirel düşünceden uzaklaşıp mevcut düzeni rasyonalize etmelerine yardımcı olur. Bu durum, yukarıda bahsedildiği gibi otoriter iktidarın sadece baskı ve zorla değil, aynı zamanda üretken ve ilişkisel mekanizmalarla da “kendiliğinden” devam etmesine zemin hazırlar.
“Ne hikmetse sana bireysel değil, ulusal özgürlük vaat ediyorlar; sana insanın kendisine duyması gereken saygıdan değil; devlete saygıdan; kişin büyüklüğünden değil, ulusun büyüklüğünden söz ediyorlar. 'Kişisel özgürlük' ve 'büyüklük' senin için yabancı ve bilinmeyen kavramlar olduğundan, 'ulusal özgürlük' ve 'devletin çıkarları', aynı bir kemiğin köpeğin ağzını sulandırması gibi, ağzını sulandırdığından bu adamlara alkış tutuyorsun.” (Wilhelm Reich)
Kendini Yadsımanın En Meşru Biçimi
Tüm bunlardan benim hissettiğim şu; insanlar kendilerini yani öz benlikleri olan özgünlüklerini, özelliklerini, özsaygılarını, öz sevgilerini ve özgürlüklerini unuttukça, kendilerini anlamlı hissetmek için bir otoritenin içinde erime eğilimi gösteriyorlar; ya pasif bir nesne olarak ya da aktif bir özne. Yani ikisi de aynı madalyonun iki yüzü… Özellikle de bastırılmış duygular -kendi olmanın binbir dışavurumu, cinsellik, öfke ve doğal arzular- nasıl otoriterliğe ve gönüllü itaatkarlığa zemin hazırlıyor.
Şema: Sağlıksız Egonun Kişisel Döngüsü

Duygusal Bastırma ve Karakter Zırhı:
Çocukluktan itibaren toplum, aile ve otorite figürleri tarafından bastırılma eğilimi, bedenin doğal duygusal ifadelerini engeller. Zamanla bu bastırılmışlık "karakter zırhı" dediği bir savunma mekanizmasına dönüşür: kişi kendi duygularına yabancılaşır, içsel olarak sertleşir. Bu zırh, sadece bedensel değil, aynı zamanda zihinsel bir katılık yaratır: sorgulamayan, uyumlu, itaatkar birey...
Bastırılmış Arzu = Saldırgan Enerji:
Bastırılan cinsel enerji ya da doğal öfke, özgürleşmek yerine başka yönlere kanalize edilir. Bu enerji sıklıkla dışarıya doğru yıkıcı biçimde, "meşru görünen" hedeflere yönelir (örneğin azınlıklar, muhalifler, kadınlar). Otorite bu bastırılmış enerjiyi yönlendirerek kendi lehine kullanır. Yani birey, bastırıldıkça daha fazla otoriteye sarılır.
Otoriteyle Özdeşleşme:
Bastırılan birey, kendisini güçsüz ve suçlu hissetmeye başlar. Bu içsel gerginlikten kurtulmak için güçlü olanla özdeşleşme yoluna gider: otoriteyle. "O beni bastırıyor ama o aynı zamanda düzeni sağlıyor." düşüncesi gelişir. Reich’a göre bu, faşizmin duygusal temelidir.
Toplumsal Sonuç: Gönüllü Kölelik:
Reich’ın analizine göre, bastırılmış birey sadece otoriteye itaat etmez, aynı zamanda onun ideolojisini içselleştirir. Böylece özgürleşmek isteyen birey, paradoksal olarak kendisini ezen sistemin duygusal savunucusuna dönüşür. Kendi bastırılmışlığını fark etmez; özgürlükten korkar, çünkü duygularıyla yüzleşmek acı vericidir.
“Küçük Adam, çok korkuyorum. Çünkü insanlığın geleceği senin elinde. Senden korkuyorum, çünkü kendinden kaçtığın gibi dünyada hiçbir şeyden kaçmıyorsun. Evet, sen, kendinden kaçıyorsun Küçük Adam. Hastasın sen, çok hastasın Küçük Adam. Bu senin suçun değil. Ama paçanı bu hastalıktan kurtarmak senin görevin, senin sorumluluğun.” (Wilhelm Reich)
Yeniden Akılcı Davranışı ve İman’ı (Özgüveni) Hatırlamak
“Yazıklar olsun, size de; Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” (Enbiya, 67)
Bu son bölümde “akılcı” davranışı tartışırken Atatürk'ün "İnsanlık ülküsü" vizyonunu hatırlamakta fayda var. O, gönüllü köleliğin içselleştirilmiş, pasif bağlılık ve korku temelli düzeninden ziyade, bireylerin özgür, eleştirel düşünebilen, bağımsız ve modern vatandaşlar olarak yetişmesini hedeflemişti.
"Sevgi, çalışma ve bilgi, insan varlığının kaynaklarıdır. Yönetim de onlarda olmalıdır." (Wilhelm Reich)
Şöyle demişti Atatürk:
“Büyüklük odur ki, kimseye iltifat etmeyeceksin, kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek; o hedefe yürüyeceksin; herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. Sen karşı koyuşları yok eden olacaksın, önüne sayılamayacak güçlükler yığacaklardır. Kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç telakki eserek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu güçlükleri aşacaksın. Ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere güleceksin”.
Dini terminolojide “La havle vela kuvvete illa billah” yani “her türlü değişim ve gücün kaynağı sadece Allah'tır” anlamına gelen bir söz vardır. Atatürk’ün söylemi bu sözün açılımından başka ne olsa gerek?
Atatürk, bunun sırrını da Gençliğe Hitabe’de “Muhtaç olduğunun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” ifadesinde de açıklamıştır. Tasavvufta kan hakikati temsil eder denir. Ayette “Allah’a yeryüzünde kan dökecek (yani hakikate örtecek & öz nefsine zulmedecek) insanı mı yaratacaksın” sözü de bu gerçeği dışavurur. Tasavvufi anlayışa göre özgür bir insan olmak Allah’tan başka bir güç ve kuvvet görmemek ve sadece Allah’ın kulu olmak demektir. Atatürk de bu gerçeği kendi diliyle şöyle ifade etmiştir:
“Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir”.
Bu öyle bir karakter yapısıdır ki, bir yanıyla akli & eleştirel düşünceyi korurken bir yanıyla kendi öz benliğinden & öz nefsinden ve evrensel (külli) değerlerinden beslenmeye devam eder. Hatta bu değerler uğruna ölmeyi, değerleri olmadan yaşamanın önüne koyar! Bir başka ifadeyle “felsefe” yapar ancak hiçbir zaman aklını donmuş sistemlere teslim etmez; belirli bir algısal açıklık ile zamanın ruhunu tanır, ilahi bir nazar ile olan biteni seyreder. Dahası o, tüm siyasi yönelişlerin ötesinde yaratılmış en yüce varlık olan “insanı” yani “öz”ü merkeze (“kıbleye”) koyar ve buna göre hareket eder.
"Felsefe, evren karşısında akılcı davranıştır. Bu yüzden, felsefe bilmeyen insan, edebiyatçı da politikacı da olamaz. Felsefe bilmeyen bir asker, belki bir savaşı kazanır, ama savaşı anlayamaz ve anlayamadığı için yararlanamaz. Ben felsefeyi severim, fakat sistemleri sevmem. Çünkü sistemler "tek gerçeğe" dayanırlar. Kimi yeryüzü bilmecelerini Tanrı anahtarı ile açar, kimi, "monat" diye direnir, kimi "ateş, su, hava, toprak" formulünü çıkarır, kimi "madde" diye işin içinden çıkar. Bu iddiaların her birinin bir gerçek payı, elbette vardır. Ama "payı" vardır. Evrenin -tek bir sebebe bağlanmayacak kadar- karmaşık bir yapısı olduğuna inanıyorum; benim prensibim, her olayı, kendi kanunları içinde incelemektir. Ama bunu yaparken hiç bir zaman "evren"i ve "insan"ı gözden kaçırmam. Evrenle, insanla çatışan fikir, yararlı olamaz." (Mustafa Kemal Atatürk)
Hz. Mevlânâ da şöyle söyler: “Ey Allah’a yönelerek O’na secde etmek kastı ile Kâbe’ye doğru duranlar, aradan Kâbe’yi kaldırıverin, o zaman secde istikametinizin birbirinize doğru yani insandan insana doğru olduğunu görmeyecek misiniz?”
Bu sözü başka bir sözle de destekleyelim;
“Secde ancak ve ancak Allah’adır, Kâbe’nin duvarına değildir, Allah o tarafa dönmemizi emretmiştir. İnsandan insana secde deyince insanın insana secde etmesi manası anlaşılmamalıdır. Sadece secdenin istikameti insandan insana doğru olur. Bütün melekler Adem’e secde ile emir olunmadılar mı? Adem’e secde meleklerin adetidir, Adem’in adeti Allah’a secdedir. Kabe Allah’a olan secdenin sadece yönüdür.” (Ömer Tuğrul İnançer)
İşte felsefe yapmak, bir anlamda insana, yani insanın özüne & hakikatine secdedir. Bu tutum modern bir toplumda bireylerin özgür, eleştirel ve sorgulayıcı düşünceye sahip olmasını sağlayarak, gönüllü kölelik mekanizmalarına karşı direnişi güçlendirmeyi amaçlar.
Burada “felsefe” derken kastettiğimiz sadece teorik düşünce değil, aynı zamanda eleştirel sorgulamanın toplumsal dönüşüm için somut bir eyleme dönüşmesidir. Aslında felsefe diye kodladığımız düpedüz “farkındalık” ve gerçek “maneviyat”tan başka bir şey değildir.
Eleştirel Düşünce:
Bu felsefi farkındalık, dogmatik düşünce kalıplarını kırarak, bireylerin inanç kalıplarını ve işe yaramayan değerlerini sorgulamasına olanak tanır. Bu, otoriter söylemlerin ve zorlama mekanizmalarının birey üzerindeki etkisini azaltır. Felsefe, bu anlamda toplumsal adaletsizliklere karşı somut protesto, kampanya ve yenilikçi projelere zemin hazırlar. (Bunun örneklerini son zamanda sosyal medyada çokça görmüyor muyuz?)
Kendimize sormamız gereken; Benim için otorite ne demek? Otoritenin benim üzerimdeki etkisi ne? Hangi inanç kalıplarım beni otoriteye “bağımlı” kılıyor? Hangi inanç kalıplarım beni otoriteye “karşıt” yapıyor? Yandaş veya karşıt olmadan durumu nötr biz gözde değerlendirebiliyor muyum?
Özgür İrade:
Felsefe, bireyin hangi değerler, etik ilkeler ve idealler doğrultusunda hareket edeceğine dair sağlam bir teorik temel sunar. Bu temel, eylemin meşruiyetini güçlendirir ve değişim taleplerinin mantıklı, tutarlı ve sürdürülebilir olmasını sağlar. Böylece, bireyler kendi özgür iradeleriyle hareket ederek, sistemin dayattığı pasif bağlılıktan kurtulabilir.
Kendimize sormamız gereken; Benim öz değerlerim neler? (Dikkat edin; toplumsal değil, kişisel değerler…) Bu değerlerin pozitif & aydınlık yani “rahmani” bir çıkış noktası olduğundan emin miyim? Pozitif değerlerimi & ideallerimi yaşamamın önünde toplumsal engeller bulunuyor mu? Yakın çevrem başta olmak üzere bu konuda kendimi anlatabiliyor muyum? Çevremi bilinçlendirmek & değiştirmek için bir şey yapabiliyor muyum?
Toplumsal Diyalog:
Felsefe, farklı bakış açıları ve tartışmalar yoluyla, toplumsal normları ve mevcut düzeni sorgulama imkanı sunar. Bu süreç, toplumun daha adil, demokratik ve yenilikçi yapılar inşa etmesine katkıda bulunur. Felsefi düşünce, toplumun ahlaki temelini sorgulayarak, özgür bireylerin ve alternatif yaşam biçimlerinin ortaya çıkmasına olanak tanır.
Kendimize sormamız gereken; Yargılamadan ve yargılanmadan tartışmanın ne demek olduğunu biliyor muyum? Farklı kiişilerle empati yapabiliyor muyum? İlişkilerimde, çevremde vs. bu tür diyalogları daha yapıcı ve derin hale getirmek için bir katkı sunabiliyor muyum?
Ahlaki Temeller:
Felsefe, bireylere kendi yaşamları kadar toplumları üzerinde düşünme ve sorumluluk alma bilinci kazandırır. Bu bilinç, vatandaşların aktif olarak katılım göstermesini ve demokratik süreçlere dahil olmasını teşvik eder. Bireyler, felsefi sorgulamalarla beslenen bu bilinçle, özgür, eleştirel ve katılımcı toplumların inşasında rol oynar.
Kendimize sormamız gereken; Benim için eylem nedir? Sorumluluk alabileceğim konularda, sahalarda “farkındalık ve dönüşüm” için neler yapabilirim? Olan bitenin pasif bir takipçisi miyim? Yoksa aktif ve inovatif bir düşünce & pratik üretim içerisinde miyim? En başta kendi ahlakımı nasıl güzelleştiririm?
Sonuç olarak, felsefe yapmak sadece zihinsel veya entelektüel bir uğraş değil, tam da “hakikatin” ortaya çıkışını toplumsal düzeyde kolaylaştırmaya yarayan bir araçtır. Felsefe, modern bir toplumun entelektüel ve kültürel altyapısını güçlendirir, bireylerin kendi değerlerini sorgulamasını sağlayarak gönüllü kölelik mekanizmalarından kurtulmasına yardımcı olur. Bu da daha özgür, bilinçli ve aktif vatandaşlık ve devlet kültürünün oluşmasına zemin hazırlar.
Ve pek tabii, bu kültürün oluşması içimizdeki küçük adamları def edip, büyük adamları keşfetmemize, yani sana, bana, bize, derece derece hepimize bağlıdır.
“Sende derinlik olmaz mı hiç! Var, var ama sen bilmiyorsun, Küçük Adam. Kendi derinliklerinden ölesiye korkuyorsun, bu yüzden onu duymuyor, görmüyorsun. Bu yüzden derinliğe baktığında başın dönüyor ve bir uçurumun kenarındaymışsın gibi dişlerin birbirine vuruyor. Düşüp «bireyselliğini» yitirmekten korkuyorsun; oysa kendini bırakmalısın.” (Wilhelm Reich)
Comments