Patolojik narsisizmin bir türü de yeryüzünün Tanrı'larını oynamaktır; Sezar gibi, Firavun gibi - ki önemli bir arketiptir malum dinler tarihinde de. Kendini diğerlerinin yaşam ve ölümüne bir cümleyle karar verebilecek gibi görürler. Güçlerini kaybetmek en büyük korkularıdır; şehvetlerinin sınırı yokmuş gibi davranırlar, sayısız odalı saraylarıyla anılırlar. Dış dünya, "ben" olmadığı için onu algılayamaz, anlayamazlar. Başkalarının düşünce ve isteklerine gereken ilgiyi gösteremezler. Haklı görünmek için çok rahat yalan söylerler. Planları bozulunca, gereken ilgiyi göremeyince Narkissos gibi çökerler; hatta saldırganlaşır, psikotik vakaya dönüşürler. Tanıdık gelmiştir muhtemelen. (Önce kendine bak.)
Şöyle bir içsel mekanizmaları vardır;
İçsel boşluğunu bastırmak için kendine ilişkide bir kurban ara > ters giden şeylerin sorumluluğunu kurbana yık, onu sürekli eleştirerek kişiliğine yön ver, iktidarı ele geçirmek için duygusal manipülasyon yap (sevgi gelgitleri, yalnızlaştırma, öfke sınırlarını zorlama vb.), ona kendi isteklerini unuttur, özsaygısını tüket ve kendini mağdur gibi göster > kontrol et > kendini sürekli haklı çıkaran & her şeyi birlikte olduğun kişi için yapıyormuş gibi bir hava yarat > kurtarıcı gibi görün > avını sonuna kadar em ve kendini tamamla...
Ve içeride olan dışarı da yansır. Bireysel psikolojide olan aileye, apartmana, mahalleye, şehre, ülkeye, dünyaya, dünya ekonomi politiğine yansır. Fraktaller gibi. Mesela, güç istencini temsil eden Egemen'in -ya da ben merkezci bireyin kolektif uzantısı olarak 'küresel sermayenin'- 'kurbanlarıyla' kurduğu ilişkiye bakalım; görürüz ki genel politikaları bu ben merkezci içsel mekanizmayı aynalar.
Örneğin şu tavır yıllardır biliniyor;
Dünyanın muhtelif yerlerinde iç savaşı körükleyecek propagandalar düzenle & sahnele > sorumluluğu yönetimin zafiyetine & halkın 'sağduyusu(zluğu)na' at > yönetimi dolaylı / doğrudan ele geçir > kontrol et > siyasi diktatörü ortadan kaldır ve yerine ‘işbirlikçi’ veya Smart / Akıllı devletlerin gayri-siyasi yeni ‘teknotrat’ liderlerini koy > kurtarıcı gibi görün > parayı topla...
Bugünleri anlamak için, biraz da biz ‘komplo’ düzelim;
Virüs yarat > sorumluluğu bireylere ve toplumsal sosyalleşme düzenine at > sağlık, lojistik vb. yaptırımları dayat > kontrol et > türlü hastalıklar için ilaç üret > kurtarıcı gibi görün > parayı topla... Ormanı yak > sorumluluğu küresel ısınmaya at > karbon ayak izi vb. vergisel yaptırımlar dayat > kontrol et > yaktığın yerlere "yeni nesil & elit sağlıklı köyler" yap > kurtarıcı gibi görün > parayı topla... Yangın ve yeni atmosfer manipülasyon teknolojileri ile en verimli topraklarda kuraklık & gıda krizi yarat > sorumluluğu kaynak yetmezliği ve nüfus patlamasına at > kontrol et > GDO’lu gıdalar veya "yapay et" vb. herkesçe ulaşılabilir «masum» yiyecekler icat et > kurtarıcı gibi görün > parayı topla...
Mekanizma aynı. «Hadi canım, öyle şey mi olur!» E olmaz belki de, ne bileyim, belki fazla uçtuk. Önemi var mı? Önemli olan olayların "neden" olduğu mu sahi?
İçsel mekanizmalarımız & düşünce kalıplarımız, dünyamızı nasıl şekillendiriyor... 'Batında' olan 'zahire' nasıl yansıyor... Bu bağlantıyı kurmadıkça 'nedenlere' takılır dururuz. Yani sen mekanizmana bak. Çünkü, kendindeki karanlığın dipsizliğini göremeyenler & kendini tanımayanlar için her yaşanan felaket bir sürpriz, her olay bir şok ve bunları dürüstlükle & merakla irdeleyen her düşünce bir 'komplo'…
Doğrusu insan kendini değiştiremedikçe, dünyayı değiştirme şansı da pek kalmıyor.
Hermetik öğretide, «aşağıda olan yukarıda olan gibidir, yukarıda olan da aşağıda olan gibidir» der. Tüm dünya, hatta yaratılan her şey, tek bir «İnsan». Bu «insan», rüyasında seni bazen Egemen, bazen Kurban, bazen de Yargıç olarak görüyor. Sen de bugün Kurbansın, yarın Egemen. Her ne olursan ol, çık o rüyadan. Kendin çık önce ki dünyanın bir ümidi olsun. Korkma da, çünkü, bu mega «İnsan»daki her bir hücre -yani sen- de tek bir Evren’sin. Vallahi de öyle, holografik yaratmış sahibi.
Demiyor mu Hz. Mevlana, «sen okyanustaki damla değil, damladaki okyanussun» diye.
Sen uyan, dünya uyansın.
Peki nasıl? Bunca bilinmeyen varken, neye uyanacağım? Belki de böyle soruyorsun.
Gerçeğe Susuzluk
Doğrusu bayağı garip bir çağdayız; komplo teorileri çağı...
Ve insan bunları üretmek zorunda kalıyor, çünkü 'bilmek' istiyoruz. Ancak günümüzde yaşadığımız hangi travmatik olayı, -yangın, covid 19 vb.- tam olarak anlayabiliyoruz, düşünsenize... Hiç.
Soğuk savaşı televizyondan izlediğimiz dönemlerden beri Baudrillard'ın meşhur 'simulasyon toplumu' teorisini yaşıyoruz; gerçek nedir, toplum sisler içinde. Gerçi toplum da denmez, kitle. Her felaketi bir 'egemen kötü'nün planlı bir hareketi veya 'toplum deneyi' olarak algılamaya da alıştık doğrusu, ve belki de öyle, ancak BİLEMİYORUZ. Hedef kim, ne, onu da bilmiyoruz; eskiden belirli bir 'düşman' vardı, şimdi ise soyut. Bu ortak bir amaç - ve 'dönüşüm ivmesi' - yaratmaya engel oluyor, toplumsal tepkiyi 'pasif agresif' bir forma sokuyor; içimize kapanıyoruz, unutuyoruz, an geliyor patlıyoruz, sonra tekrar kapanma ve bu böyle devam ediyor.
Ve 'Gerçek' neredeyse her zaman bizi bekleyen bir 'bilinmeyen' olarak her yeni olayda (yangın, covid vb.) gelmeye devam ediyor, her zaman bizden önde, adı konulamayan, Lacan'ın diliyle aklen simgeselleştirilemeyen travmatik bir "yırtık" gibi gündelik hayatlarımızın 'normal' akışında... Bu yaşananların 'bir nedeni olmalı' fikri temelde sancı veriyor, olayları 'anlamlandırma' uğraşı bizi olayın kendisinden daha çok yoruyor. Ve acının kendisi değil de, 'acıyla baş etme / edememe biçimimiz' yoruyor bizi...
Eleştiriyoruz veya savunuyoruz. Savaş açıyoruz veya ilahi adalete 'havale edip' rahatlamaya çalışıyoruz. Ancak hiç biri ateşi dindirmiyor, çünkü BİLEMİYORUZ.
Kalpte Uyanmak
Bilinmeyenin bu yükünü ne taşır? İnsan olana hangi tavır yaraşır?
Sufi Kabir şöyle demiş: "bulunduğun yer, giriş kapındır". Ne olursa olsun, koşulları kabul ve teslimiyetle, yeniden başlayacak gücü insana veren nedir?
Değil mi ki ateşi yani sıcak ve kuru olanı körükleyen susuzluk; su elementiyle - yaş ve soğuk olanla bağ kurmalı... Nasıl? Nedir kalp, nedir su elementi?
Benim kendime notlarım en azından şöyle;
Bir kere 'bilmemeyi' kabul etmek, hiçliğini, aczini görmek. Çünkü doğa karşısındaki bu bilici tavır, bu kendinde & benliğinde 'yetki' bulma hali insanı kokuşturur. Mutlak yetki, mutlak kokuşmuşluk demektir. Yani kendine karşı dürüst olmak önce; acını hüznünü, korkunu, kırılganlığını, hayal kırıklığını, öfkeni 'karşındakine' kusarak değil ama suya bırakır gibi, zarafetle açmak kendine, belki de ne kadar yorulduğunu 'itiraf' etmek, sarmak, sevmek kendini... Olanı, değişimi kabul etmek, akışta olmak, tüm deneyimlerden ders almak, aldığını -bazen de yanıldığını- diğerlerine ifade etmek... İçsel sessizlikte kalmak, gözlemcilik, empati ve arabuluculuk tavrını her daim korumak... Samimiyet, masumiyet... 'Öteki' insanın bir bildiği olmasına ihtimal vermek hep, niyetine güvenmek... Ve tabii ki özveri, birbirine destek olmak... Sonra her şeye rağmen sezgilerini dinlemek, eylemleri için tek onay merciinin, son kertede insanın kendi kalbinin derininde yattığını duyumsamak, kimseyi ama kimseyi eleştirmemek, yargılamamak, 'vardır bir bildiği, ondan da Hakk konuşuyor' demek... Su gibi kırmadan, dökmeden akmak, ama kararlı, ve yoluna çıkarsa takılmadan etrafından dolanabilecek bir esneklikte içsel bir zeka -sezgisellik- ile...
Su elementinin bu tavrını çok süredir ertelemiş bir dünyada ateşin böylesine ayyuka çıkması sürpriz mi?
Emrah Akbalaban
Commentaires