Zamanı salt doğrusal olarak algılıyoruz ve bu, en temelde bu, tüm huzursuzluğumuzun kaynağı…
Ne demek istiyorum? Adım adım gidelim.
Zamanı salt doğrusal algıladığımızda temel olarak A noktasında B noktasına gitmeyi isteriz; yani bulunduğumuz noktadan hep ‘daha iyi’ bir noktaya… Bir amaç edinmek, bu yönde değişmek, hedef belirlemek, daha iyi insanlar olmak için ‘eksiklerimizi’ tamamlamak gibi… Veya çalışma yaşamından örnek vermek gerekirse bir işi A’dan B’ye taşıyacak bir ‘strateji geliştirmek’, belirli bir ‘eğitim müfredatını tamamlayarak’ öğrenmek, kariyerinde ‘dikey olarak ilerlemek’, ‘giderek artan’ bir kazançla hayatımıza devam etmek istemek gibi… İlerlemedir esas olan, büyümek doğrusaldır, geri dönüşler zaman kaybıdır… O yüzden aklımızı eğitiriz habire, ancak nefs çocuk kalmaya devam eder. Bu da bir türlü doldurulamayan bir iç boşluk yaratır. Kendimizle kaldığımızda da onunla ‘ne yapacağımızı’ bilmeyiz…
«Uygarlık, insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas etmiştir.» Sigmung Freud
Sürekli kedinle rekabet halinde olmaktır bu, yorucudur, ‘mevcut’la bir türlü yetinememedir. Öyle çok insanın kalbini sıkışır ki bu ‘bir şey olmak’ hayali ile… Sanki ‘yok’muşuz gibi… Başarı, kusursuzluk, güç vb. dışsal ‘olma’ların yanı sıra, içsel ‘olma’ hayalleri de vardır; ‘aydınlanma’, ‘kendini bulma’ vs. gibi… Yani adını «kendini gerçekleştirme» de koyup meşrulaştırsak da bu şeyi, fark etmez, kendimizle aramızda hep bir ‘fark’ vardır, köşeye sıkışır ruh. Alışığızdır bu arayışa. Bunun içine doğmuşuzdur. Zihinsel programımız ‘doğrusal zamanın’ dışında bir şey ‘yok’ sanar, çocukluktan beri öyle programlanmışızdır. Zamanın baskısı, varoluşsal stresin kökü, en içsel çığlığımız gibi gelir bana. Bir insanın vaktim, günlerim, ömrüm, boşa geçti, geçiyor hisleri… Asla yetememek, yetirememek, yetişememek halleri… Düşünsenize… Bir «baltaya sap olamamak» deniyor buna kültürümüzde, veya «adam olamamak»… Çok derinden, bilinçaltından esen bir rüzgardır bu, herkese biraz dokunur geçer. Bu rüzgardan korunmak için onunla ne yapacağımızı pek bilmediğimiz özgürlüğümüzü satarız. Güya ‘güvenli’ bir hayat için mutluluğu feda ederiz. Olmak için aramak değil durmak lazım halbuki, ve sen zaten varsın! Bir görsen!
“Benim görüşüme göre kendini gerçekleştirmeyle haddinden fazla ilgilenmek anlam istencine dair yılgınlığı doğurur. Kendini gerçekleştirme insanın nihai varis noktası değildir. O insanın birincil niyeti dahi değildir. Eğer kendini gerçekleştirme kendinde bir amaç haline getirilirse, insani varoluşun kendine sakinlik özelliği ile çelişir. Tıpkı mutluluk gibi kendini gerçekleştirme de bir sonuçtur; anlamı gerçekleştirmenin sonucu. İnsan dünyada bir anlamı gerçekleştirdiği ölçüde kendisini de gerçekleştirir. Bir anlamı gerçekleştirmek yerine kendini gerçeklestirmeye girişirse kendini gerçekleştirme anında haklılığını yitirir.” Viktor Frankl
Zamanın bir de çembersel algılanışı var diyelim. Modern insanın ‘yaralarını sarması’ için bunu daha iyi kavramaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Nedir bu?
Zamanı salt dairesel algıladığımızda ise A veya B noktaları mutlak anlamlarını yitirir. ‘Doğu’ aynı anda ‘batı’, her ‘son’ aynı anda ‘başlangıç’ olmaya başlar; yani ‘daha iyi’nin yerini iyinin ve kötünün ötesindeki ‘daha farklı’ veya ‘daha anlamlı’ kavramı alır… Amaç dediğimiz ‘keyfe’, başarı dediğimiz ‘estetiğe’, değişim dediğimiz şey ‘arınmaya’ & ‘farkındalığa’, daha ‘iyi’ bir insan olma idealimiz ‘öz varlığını hatırlamaya’ döner… Çalışma yaşamında da öyle; kişisel gelişim dediğimiz bilgi dağarcığını büyütmeye dayalı sürekli ‘öğrenmeye’ değil ‘keşfetmeye’ & ‘bilmeyi bilmeye’ bırakır. Kariyerde yükselme dediğimiz ‘potansiyelini keşfetmeyi merkeze koyan dairesel bir seyahate’ (bir ayağı kişinin kendi özünde sabit, bir ayağı ’72’ farklı işte dolanan bir pergel gibi), kazanç artışı dediğimiz ise ‘varoluş niteliklerini & potansiyelini yaşamına ve fiillerine yansıtabilmenin bereketine’ dönüşür (mandala gibi) - yani zenginliğin esas tanımına…
Öğrenmek bizi dönüştürmez, keşfetmek dönüştürür…
Bilmek, yeni bir şey daha öğrenmek, bizi daha ‘iyi bir insan’ yapmaya yetmez. Bir göz atın sosyal medyaya, ne çok şey biliyoruz, sadece bilimsel bilgi açısından değil üstelik, içsel dünyamızda ilgili de… Sürekli birbirimize nasihatler veriyoruz. ‘Nasihat toplumu’ olduk. Ben nasihat istemiyorum ki! Sen istiyor musun? Kim istiyor? Çocukların da buna ihtiyacı yok gibi görünüyor. Keşfetmeye ihtiyacımız var, kendimiz bulmalıyız, kendilerinin bulmasına izin vermeliyiz. Böylesi anlam sunar insana. Çünkü öğrenme salt zihni besler, keşfetme ise hem ruhu hem zihni... Zamanın doğrusallığı bizi salt ‘öğrenmeye’ iterken, ‘kaybolmaya’ da ihtiyacımız olduğunu unutuyoruz. İnsan kendini kaybetmeden kendini bulabilir mi? O yüzden dairesel zamanda ‘keşfetmek’ demek kaybolmak demek... Korkutmasın kaybolmak, unutma çemberde yürüyorsun. Bu en nihayetinde kendini ‘keşfetmek’ demek. Anlamını inşa etmek demek. Evet anlam var, ama aynı zamanda onu inşa etmelisin! Tıpkı şarabın üzümde bir potansiyel olarak zat’en ‘var olması’ gibi, ancak süreçten geçirince, emekle…! İş yaşamı üzerinden, ev yaşamı üzerinden, sosyal ilişkiler üzerinden, her aynadan kendini okumak demek ‘keşfetmek’. «Yeni diyarlar aramaktansa yeni gözlere sahip olmak» demek… Kaşif kendini keşfedene denir.
Öğrenmenin temel aracı olan ‘enformasyon’ soğuktur, aklımızı aydınlatabilir ama illa ki içimizi ısıtmaz. Dairesel zamanda enformasyon yerini keşifle gelen coşkulu bir ifadeye, şiirsel olana bırakır; daha canlı, daha kişisel, daha estetik, daha otantik, daha simgesel, daha yerel, böyle olduğu için de daha evrensel olana… (Bu son dediğimi bir örnekle şöyle de okuyabilirsiniz; son zamanda firmaların veya şahısların eğitimci tercihlerini de göz önüne aldığımda, görüyorum ki konuyu salt «iyi bilene» değil, o konuyla ilgili bir deneyimi, kişisel bir hikayesi, anlatacak bir «derdi» olan, onu öğrenen değil «keşfeden» kişiye gidiyorlar, hatta bu kişi hiç kurumsal alanda çalışmamış, eğitim deneyimi olmamış olsa da…)
Tek başına doğrusal zamana sıkıştığımızda kimliksizleşiriz, herkes gibi oluruz, bir sonraki «an» için geceden sıraya giren birer ‘tüketici’ haline geliriz. Dairesel zaman ise bize insan olmak için ‘sahip olmanın’ gerekmediğini tekrar hatırlatır. İlkinde, her gördüğünün fotoğrafını çekip biriktiren ama dönüp asla bakmayan bir turist gibi yaşarız hayatımızı, diğerinde daha çok bir gezgin gibi, yolculukla dönüşen, hatta yol almadan yol alan…
Nasıl ‘Çıkılır’ Doğrusal Zamandan?
Çok uzun yıllardır doğrusal olana odaklandığımız için insanlık bu ara döngüsel zamanı hatırlamaya çalışıyor sanki; insanın hormonal döngüleri, toprağın mevsimsel döngüleri, göklerin astrolojik döngüleri gibi… Çalışma yaşamında da öyle; şirketlerin olgunlaşma döngüleri, ürünlerin hayat döngüleri, takımların gelişme döngüleri, bireylerin öğrenme döngüleri gibi… Doğrusal zamandan çıkış reçetesi durmak. Sadece durmak yani... Pandemide uzun süredir evde olduğumuz veya fiziksel olarak zaten sınırlı hareket ettiğimiz için ‘durduğumuzu’ sanmayalım, kastedilen kafanın durması. Çünkü otururken de ‘4 nala koşuyor zihin’, zaten de en çok ‘otururken’ koşuyor… O yüzden hareket içinde durmak söz konusu olan. Ve insanı durduran şu soruyu sormak yeniden - cesaretle ve hiç olmadığı kadar derinden; ‘ben kimim’? (Bu sorunun kendisi ‘uyanış’ için yeterli aslında, buna modern ‘Advaita Vedanta’ ustaları ‘direkt / en kısa yol’ veya İslam anlayışı ‘sırat’ı müstakim’ diyor. Takip edilecek dışsal bir yol anlamında değil salt, ‘arayan benliği arama’, ‘gözlemleyen beni gözlemleme’ anlamlarında daha çok. Bu uzun ve ayrı bir konu o yüzden burada kesiyorum.)
Aranağme: Umutsuz Olman Güzel, Bırak Öyle Olsun
Bir toplaşmasında öğrencilerinden biri Mooji’de soruyor; içimdeki bu bitmeyen arayışı nasıl kovabilirim? Usta’nın cevabı hoş; Öncelikle ‘nasıl yapılmalı’ fikrini beslemeyi bırak çünkü o seni ısırıyor. Sıcak bir patatesi elimden nasıl bırakırım? Meraklı olduğun zaman öğrenirsin ama umutsuz olduğun zaman keşfedersin!
Kendini tanıma yolculuğu, dışsal yolculuklar gibi bir tür ‘içsel deneyim turistliği’ olarak başlar. Yeniden okula başlamak gibidir, heyecanlıdır. Kendinle balayı periyodudur. Tazedir, narin bir ilişkidir. Disiplinle kendi üzerine çalıştıkça renkli deneyimler, zamanı unutma anları, coşku, yükselen enerji vb. haller doğar. Bir anlamda sürekli fotoğraf çeken uzak doğulu turistler gibiyizdir, bu sefer ‘içsel fotoğraflar’dır yakalanacak olan. Yüksek an’ları dondurmak isteriz. Ama bir şey vardır, tatmin olmadan kalır içimizde yine, biliriz. İşte bu an kritiktir, adı umutsuzluktur. O ilahi umutsuzluk! Ruhun karanlık gecesi! ‘Umutsuzluğun şiddeti bilinçle birlikte artar’ diyor Soren Kierkegaard; yani daha fazla bilmekle, ‘aramakla’ yatışmayan bir umutsuzluk… Öksüz kalmaktır bu... Geçmişten, atasal inançlardan ve sınırlayıcı değerlerinden kopmak ancak geleceğe de bağlanamamak… Tuhaf bir başarısızlık hissederiz. İşte bu anda bırakmak gelir içimizden.
«İçsel sevgilimle konuşuyorum bu acele niye? Su anda tamamen öksüz kalmış olman mantıklıdır. Gerçek su ki sen kendin döndün, tek başına karanlığa yürümeye karar verdin. Simdi başkalarına karıştın ve bir zamanlar bildiğini de unuttun. Bu yüzden yaptığın her şeyde tuhaf bir başarısızlık var.» Kabir ne güzel ifade etmiş…
Veya… Veya patatesi elimizden atıveririz!
«Uyanış, bir insan hiçbir yere gitmediğini ve nereye gideceğini bilmediğini anladığında başlar.» G.I. Gurdjieff
İster yoga eğitmeni, ister iş insanı, ister ev insanı olalım. Yol’a, o kokusunu aldığın ama elinle tutamadığın içsel tohumuna teslim oldukça, yeni bir güç doğar, zamanla her şey yerine oturur, sessizleşir, hayatı adımlayışına denge ve zarafet gelir. İçsel olarak desteklendiğimizi hissederiz, yaptıklarımızla, fiillerimizle evrenin bizden talep ettikleri arasındaki fark kapanır gider…
«İçinde büyük bir güç uyanır, hakikatten seni hiçbir şeyin saptıramayacağını bildiğinde…» Mooji
Bir Hatırlatıcı Sembol Olarak Ankh
Şimdi biraz başa saralım. Doğrusu bize her iki «zaman» da lazım, amacımız birini kaldırıp rafa koymak, salt diğerini yüceltmek değil. Yoksa tamamlanamayız. Çünkü aslında doğrusallık bir anlamda eril ilkeyi, dairesellik de dişil ilkeyi çağrıştırır. Bunlar bir aradadır, öyle olmalıdır. Evrenin ve insanın mayasındaki iki ana unsurdur bunlar. Eril - dişil, Shiva - Shakti, gök - yer, bilinç - enerji, başlangıç - son, iç - dış, öz – kabuk gibi anlamlar veririz. İster iş hayatında, ister içsel dünyamızda, bu kavramlar her zaman hayatımızdadır, yani sadece teorik / metafizik bilgilerden ibaret değillerdir. Bu kavramların iş yaşamındaki kullanımı ilgili bir yazı için bakınız > https://www.consciousbusinessturkey.com/post/liderli%C4%9Fin-taosu
Kadim Mısır geleneğinde bu ikisinin birliğini gösteren hoş bir sembol var; Ankh veya yaşamın anahtarı. ‘Yaşamı’ temsil etmek için yazılarda ve sanatsal eserlerde kullanılan eski bir Mısır hiyeroglif sembolüdür bu. Ankh, üstte bir daire, altta bir çubuk, ve ikisini ayıran yatay bir çizgi olarak bir araya gelir. Daire, bütün şekillerin kendisinden çıktığı en mükemmel geometrik form, çoğu gelenekte yeri olan evrensel bir semboldür. Başlangıcı ve sonu olmadığı için zamansızlığı, aşağısı ve yukarısı olmadığından dolayı aynı zamanda mekansızlığı da temsil eder. Tamamlanmayı simgeler. T veya düz çizgi formu “iniş”i simgeler; bütünlüğün yeryüzüne yansıyışı, kendini farklı formlara açışı, çokluk haline gelişi ve ‘5 duyu ile algılanabilir dünyanın kendisi olarak deneyimlenişi’ şeklinde yorumlanabilir. Bu ilginçtir, çünkü sembol bize şunu sordurur; dairesel hakikat aslında doğrusal olanla aynı malzemedendir, yan yanadır, ikisi bir anahtardır, öyleyse bu ‘tamamlanmışlığı’ kavramak neden bu kadar zor? Yani psikolojik anlamıyla bu ‘dışsal ve içsel arayış / dışsal ve içsel tüketim çılgınlığı’ nasıl biter?
Bu bir yolculuk elbette, ancak kendinden, mevcut gerçeğinden yola çıkıp, dönü dolaşıp yine ‘kendine’ döndüğün için de ‘kapısız bir kapı’ aynı zamanda. Şöyle der bilge kişiler;
Tohumu arama bulamazsın yer(ler)de,
Onu bulmak için ağaca bak, kayb(d)olmuştur ten(ler)de, (Hem kaybolmuştur, hem kaydolmuştur manasında)
Dahası meyveye bak, dalından düşen(ler)e,
Birinci verilidir sonuncu gelen(ler)de…
İsa Peygamber’in dediği gibi; «Alfa ve Omega, birinci ve sonuncu, başlangıç ve son Ben’im.»
O halde ne işle meşgul olursak ol soru şu;
Sen hangi meyveye gebesin? (Sende açığa çıkmayı bekleyen nitelikler neler? Mizacının en olgunluk seviye neye benzerdi? Özünden gelen potansiyel ne?)
Sancılı da onu olsa doğurabilecek misin? (Düşünmeye değil ‘yapmaya’ geçebilecek misin? Acılı da olsa süreç, başlayabilecek misin? Değişebilecek misin? Bunu gerçekte ne kadar istiyorsun?)
Meyvenin tüm bedenini o tohum için gübre olmaya terk edebilecek misin? (Yeri geldiğinde tüm bildiklerini unutabilecek misin? Tüm kimliklerinin ötesine geçebilecek misin? Yalnızca sevinçlerini değil dertlerini de ‘gübreye’ dönüştürebilecek misin? Umutsuzluk seni yıldıracak mı, yoksa keşfetmek için bir kapı olarak içinden geçebilecek misin?)
«Anladıkları hiçbir şey yok, anlasalardı yaşamları bunu gösterirdi ve eylemleri bilgilerini yansıtırdı.» Soren Kierkegaard
Emrah Akbalaban
Commentaires