Felsefeci ve Sufi'nin Bir Sohbeti: Demli Bir Çay Hikayesi
- Emrah Akbalaban

- 27 Eyl
- 14 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 13 Eki
Giriş
Felsefe ve din, felsefi düşünce ve maneviyat düşüncesi, felsefeci ve sufi… Bunlar belli sebeple karşı karşıya gelen ve de getirilen iki olgu olagelmiş. Felsefeci aklın, sufi sezgi ve keşfin temsilcisi sayılmış. Felsefi düşüncede mantıksal tutarlık ve bütünlük aranmış, tasavvufi düşüncede mantık daha üstün bir mantık veya ‘aşk’ adına aşılmış… Felsefeci sözlerin, sufi sessizliklerin adamı olmuş. Felsefeci, Sokratik diyaloğun, münazaranın, tez/antitez/sentezin, sufi ise ilahi kelama aracılık ettiği ve ‘kesilmesi’ pek de uygun görülmeyen irşadi bir ‘musluk’ olagelmiş. Felsefeci teoriyi, sufi pratiği, yani bilgiyi ‘hal’e dönüştürmeyi temsil etmiş. Felsefeci ‘dogmaları’ yıkmak üzere var iken, sufi ‘izinsiz’ dokunulmayacak kutsallar konusunda hep çok titiz olmuş. Felsefeci için bilen kişi ancak bilge bir öğretmen iken, sufi için Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak kavramsallaştırılmış. Felsefeci bu tür bir manevi hiyerarşiyi pek tanımazken, tasavvuf içinde bu neredeyse bir kural olagelmiş; zahirde ne varsa batında onun hakikati olduğundan erenlerin de derece derece oluşu çok da şaşırtıcı değilmiş. Felsefeci ‘bir’ine, bir kamil insanın hakikatine adanmayı birey’i es geçen bir olgunlaşmamışlık, ya da iradeyi ‘başkasına’ teslim olarak görmüş, sufi bunu içsel olgunlaşma yolunun olmazsa olmazı ve bir ‘nasip’ meselesi olarak bilmiş. Olay ona göre iradeyi ‘başkasına’ teslim etmek değil, artık bir ‘başkası’ olmayan Dost’un gönlüne girip de ‘kendi içindeki ustayla’ tanışmak demekmiş. Felsefeci düşüne düşüne ustalık yolunu tutmuş, sufi Usta’yı izleye izleye düşünceyi aşan, gören olagelmiş. Felsefeci sufiyi fazla ‘romantik’, biraz temelsiz, körü körüne inanmaya meyilli ve biraz ‘fazla duygusal’ bulmuş, sufi de ‘felsefeci’yi genelde belirli bir prototip akademisyen modeli üzerinden ‘sığ’, soğuk, gerçeği göremeyen, kendi cüzi aklına hapsolmuş, inatçı, teorik biri olarak görmüş…
Bunlar ilk akla gelen farklara yönelik tespitler ve bana göre çoğu da bir ölçüde ‘doğru’… Yani gerçekten de bu ‘personalar’ & bu kıyafetler varlar, bizler bazen bu kıyafetleri giyiveriyoruz. O kıyafetlere tutunuyoruz vs.
Ancak bir şey var burada, burnumuza garip gelen bir koku; sanki her iki personanın da bir diğerini çaktırmadan hafife alması, hatta yerine göre ‘beğenmemesi’ sorunsalı ile ilgili… Evet bu bir sorunsal çünkü, derenin kaynağa yakın kısmı ile denize dökülen kısmının birbirini dışlaması gibi ironik bir durum bu.
Kaynak da Nedir?
Öncelikle illaki bir hiyerarşik üstünlük ifadesi olarak görmeyin ‘kaynağa yakınlık’ kavramını. Devamlı ‘patron’la beraber olan, onun ‘iç diyaloglarına’ bile dahi şahitlik eden, halkın uymakla yükümlü ‘yasanın’ arkaplandaki (arkhe) mutfak aşamasını bilen, işlerin nasıl onun ‘keyfiyetine’ bağlı olarak şekillendiğini idrak eden biri olarak ‘Özel Kalem İşleri’ ile, tüm bu yasaları sahada, aşağıda uygulamakla yükümlü olan ‘Belediye İşleri’ arasında nasıl tamamlayıcı bir ilişki biçimi var ise, biraz iş biraz ona benziyor. Ama hangisi hangisi? Mutasavvıf mı kaynağa yakın olan? Felsefeci mi?
Sonuçta bir benzetme yapıyoruz. Kimin kaynağa daha yakın olduğu ile ilgili çeşitli spekülasyonlar yaratabiliriz. Başlayalım;
Öncelikle kaynağı tanımlayalım.
Nehrin yeryüzünden doğduğu yer mi kaynak? Su altı artezyenleri mi? Yoksa su altı artezyenlerini besleyen okyanus sularının kendisi mi? Yoksa yağmur mu? Bulutlar mı? Tüm bunları içeren dünyanın kendisi mi bir bütün olarak ayrımsız? Yoksa dünyayı da içine alan kainat mı? Bir şeyi diğer şey’den ayırmadan söylüyorum, ‘her şey’ mi kaynak? Kaynak dediğimiz bir ‘nokta’ mı yoksa? Çünkü bir parçası olmayana ‘nokta’ denir diye tanımlar matematik… E ‘bir şeyin diğer şeyden ayrılmadığı o mutlak bütün’ dediğimde ‘nokta’ demiş olmuyor muyum? O halde?
Aa bir sn. Yoksa felsefe mi yaptık istemeden? Soru sordum çünkü; düşündürücü, tetikleyici sorular, en azından benim için öyle. Halbuki kaynağı araştırıyorduk.
Geri dönelim.
Felsefe ve Maneviyatın Çelişkili Tamamlayıcılığı Üzerine
Araştırmamıza geri dönelim.
Bir varsayım yapalım ve kaynak deyince ilk akla gelen anlamıyla ele alalım. Yani topraktan doğduğu yer, hani olur ya - dağ başlarında bir yerde güzel bir artezyen, dolu dizgün, çağlayan, bulduğu her kayanın altından filizlenen, tüm el değmemişliğiyle, tazeliğiyle, enerjisiyle bildiğiniz bir kaynak… Yavaş yavaş süzülüp, uzun yollar kat ettikten sonra denize varacak olan bir nehrin baş kısmı…
Peki nedir başa yakın kısmın anlamı? Şeylerin mana alemindeki ilk suretleri, görünmeyen özleri, arketipal alemin, bilinçdışının dünyası… Dolayısıyla sanatsal ve şiirsel ifadenin sahası... Peki ne demek sona yakın kısım? Şeylerin zihinsel, karşılaştırılabilir, kanıtlanabilir, neden sonuç ilişkisine dayalı , mantıksal ve dolayısıyla uygulanabilir tarafı, bilinç üstünün dünyası. Dolayısıyla pozitif bilimlerin ve didaktik anlatımın sahası…
Sufi nehrin başa yakın kısmını temsil etsin önce, felsefeci de sonlarını. Bırakalım mutasavvıf kaynağın dolu dizgin akışını, insanı sağdan sola çarpışını, tanıma sığmazlığını iç aleminde hayretle keşfe dalsın… Nehir akıntısının tersine yüzen bir somon balığı gibi tüm nefsani arzu ve istekleri, dünyanın tüm o yerçekimini aşıp kendi özüne doğru zorlu ama ödülü büyük bir yolculuğa çıksın. Felsefeci ise derenin onca kat ettiği yolun tarihselliği üzerinden yeni kıyıların, yani kavramların bilgisine erişmek istesin, fikirlerini yapılandırsın, suyu ehlileştirsin, hatta ondan elektrik üretmenin yollarını araştırsın, fayda arasın. Tüm doludizginliği ile akan nehri ‘kavramsallaştıran’ ve her olguyu, her mümkünatı kucaklayan olgusal & teorik binasını, inşa etsin, düşünce ufkunun genişliği ile olanı olduğu gibi görmek ve ‘birleşik modeli inşa etmek’ adına yaratıcı ‘bakış açıları’ ortaya çıkarsın, kendini olduğu gibi suyun akışına -yani tezahür edenin, somut alemde verili olanın, fenomenlerin şırıltısına- bıraksın ve denize doğru usul usul yol alsın.
Var mı bir çelişki sizce? Bence yok.
Şimdi de sufiyi sona koyalım, felsefeciyi başa. Bırakalım sufi kaynağın akmak istediği yönle uyum içinde, okyanusa, nihai kucaklayıcıyla doğru yol alsın. Kaynağın dolu dizginliğini, deliliğini, meczubiyetini onca yolların ardından aklı selim, kalbi selim bir sükunet ile süslesin, sessizliğe doğru bıraksın kendini, süzülsün, çabasız bir çabayla -elbette kürekleri bırakmadan- ama suya da direnmeden yaşasın ve usulca, huzurla sönsün. Felsefeci ise rasyonel aklın soruşturucu, didikleyici, ayıklayıcı düsturuyla değirmenlere karşı bireysel bir don kişotluğa soyunsun, büyük zahmete katlanarak akıntının tersine bu sefer de o gitsin, yani kendi haline bırakılınca örümcek bağlıyor gibi görünen bu dünyayı eleştirsin, yeniden tasarlasın, eğitsin, değiştirsin…
Var mı bir sorun? Bence yok.
Yani biz uzlaştırmak istediğimiz sürece yok.
Anla’mak, sev’mek ve yap’mak için olasılıklar çok!
Ha, eğer tartıştırmak istersek o da kolay. Bakın şimdi;
Bir Muhabbet
Kaynağa doğru yüzen sufi ile, ‘alt komşusu’ felsefecinin şu hoş sohbetine kulak verin;
Felsefeci: Bu ‘çileci’ adam da kim böyle? Neden bu körü körüne adanmışlık? Neden bu dünyayı geride bırakma hevesi? Bilmiyor musun ki onu “yaşamadan onu terk edemezsin”. Şeytanını tanımadan, onunla barışmadan Tanrı’yı bulamazsın. Seni bu dünyaya inmeye davet ediyorum.
Sufi: Onunla barışmak demek her istediğini yapmak demek mi? Senin “dünyayı yaşamaktan” kastın ne? Evet hayat bir öğretmen, yaşanan her şeyden alınacak bir ders var. Ama neden bile bile lades diyeyim? Neden kendimi olmadık zorlukların içine atayım. Öğrenmek için kaybolmam mı gerek illa? Ben O’na sığınıyorum.
Felsefeci: Kayboluyorsun, çünkü ‘kendi’ aklını kullanmıyorsun. Sen kendine güvenmiyorsun ve sorumluluğu Tanrı’ya yıkıyorsun. Olgunluk kisvesi altında büyümemiş bir çocuğa benziyorsun; belki de Tanrı’yı ebeveynin olarak tahayyül ediyorsun. İçsel ebeveyninin sana söylediklerini peşinen kabul ediyorsun, sırf ‘ilahi kelam’ diye ne dendiğini içselleştirmeden eyvallah diyorsun ve sonunda kendi bireyselliğini yitiriyorsun. Mesela ‘teslimiyet’, sorarım sana, acaba bundan ne anlıyorsun?
Sufi: Senin akıl dediğin kişisel zanlar, vehimler, hüsnü kuruntular, önyargılar, kişisel hikayende biriktirdiğin ve üzerine kimliğini inşa ettiğin her türlü öznel bakış açısı olmasın sakın? Kendime güvenmediğimi söylüyorsun, evet doğru, güvenmiyorum. Ama kendime değil, nefsime. O yüzden onu terk etmeye, aşmaya yahut dönüştürmeye çalışmak kadar doğal bir şey var mı? Nefsinin isteklerini özgürlük zanneden ‘büyük bir insan’ olmaktansa, nefsine zıt giden bir Tanrı bebeği olmayı tercih ederim.
Felsefeci: Hoş sözler bunlar, ama ya sen Tanrı derken ‘kendi’ Tanrı’nı mutlaklaştırıyorsan? Hele onu bana fark etmeden de olsa dayatıyorsan? Yani ya benim için söylediğin senin için de geçerliyse? Hiç düşündün mü? Dilinin Allah derken gerçeğinin başka bir şey diyebileceğini…?
Sufi: Ben sana “şuna inan, buna inanma” diye belirli bir itikatı dayamıyorum. Eğer bunu yapıyor olsaydım dediğinde haklıydın. Seni kendime benzetmek, yahut ‘yola getirme’ gibi bir çabam da yok. Kendi aklınla nereye gideceğine sen karar verirsin, vermelisin de. Ancak ben insan fıtratına uygun ve tüm insanlık için geçerli doğrulardan oluşan bir yaşama ve ölme biçiminin olduğunu düşünüyorum. Bunu idrak etmeye, buna uymaya çalışıyorum.
Felsefeci: Tamam, dediğim de bu ya. Teoride güzel söylüyorsun. Ama sorguluyorum. Savunduğun doğruları değil, onları savunma biçimini, onlarla kurduğun ilişkiyi yani seni sorguluyorum. Ya bu yol, yani o ‘insan fıtratı’ ve ‘mutlak doğrular’ tam da senin sınırlı zihinsel filtrenden geçtiği kadarıyla açıksa sana? Bendeki filtreler sende de var değil mi? Sen de benim gibi zavallı bir mahluksun? Ya sen de zanlarınla yorumluyorsan Hakikat’i? Mesela “iyilik yap” dendiğinde bile herkes kendince bir iyilik tasavvuru yapıyorsa? “Öldürmeyeceksin” dendiğinde bile yine dinin kuralları dahilinde kendince bir bahane üretecek kadar uyanıksa herkes? Ki öyle görünüyor! Şu an dünyamızda da olduğu gibi düpedüz kötülüğün ta kendisiyse Tanrı’nın adını ananlar? O zaman hangi ilahi kelimeye sorgulamadan inanılır? Allah dendiğinde bile herkes kendi Allah’ını yaratıyorsa, o zaman nerede kalır O’nun mutlaklığı? Kim koyar bunun ölçüsünü, standardını? Doğru’yu kim belirler? Birisi çıkıp da ben Tanrı adına konuşuyorum dediğinde bunun doğruluk ölçütü nedir?
Sufi: Haklısın, ama bir Hakikat’in kötüye kullanılması o hakikati kirletmez. Kötü örneklerine bakarak bir işin özünü ıskalamamak lazım. Seni anlıyorum, sürekli sorgulamam ve her daim uyanık olmam gerektiğini söylüyorsun. Gerekçelerine de katılıyorum, bu yolda ne hırsızlar, yol kesiciler, mülayim görünümlü yırtıcı hayvanlar var. Ben ise diyorum ki bu işte öyle bir nokta var ki sorgulayan zihin istediği kadar uğraşsın, didinsin, tasarlasın, yazsın, çizsin bir noktada sebeplere takılmaktan vazgeçmek zorunda! Senin anlayacağın dilden söyleyeyim mi? Sebeplerden, sebepleri yaratana geçmek lazım! Ve sebeplerin ipiyle sebepleri yaratana varamazsın! Bu gökyüzüne merdiven dayamak gibidir. O yüzden rasyonel aklın lineer ve neden sonuç ilişkileri kurmaktan başka işe yaramayan yanını aşmak lazım. Vahyi kelamın mutlaklığını rasyonel aklın hükmüne bağlayamazsın! Bu devlet başkanından gelen ‘yapınız’ emrini, mahalle muhtarlığında yeniden değerlendirmeye açmaya benzer.
Felsefeci: Yani diyorsun ki muhtarlık olanı olduğu gibi kabul etsin, anlamasa da taklit etsin, uygulasın? Mekanik inanç aptallıktır, duygusal inanç köleliktir.
Sufi: Taklit etsin demiyorum. Aşk olsun diyorum! Aşık olsun diyorum! İnansın, güvensin, kendi otoritesini mutlak otoriteden ayrı bir şey zannetmemeyi öğrensin, özüne aşık olsun, aşık olduğunun bir dediğini ikiletmemekten keyif alsın, “ben” ve “o” ayrımını artık bıraksın!
Felsefeci: Yine başladın şiir yazmaya…
Sufi: Evet, hiç bitirmedim ki.
Felsefeci: Bir erime, ‘yok olma’ halini tarif ediyorsun sürekli. Kendini Mutlak’ın kollarına bırakma halini… İyi güzel de insan her şeyi dair soru sormadan, felsefe yapmadan, dahası bir’eyleşmeden bu tür bir bir’leşme halini yaşayabilir mi sence? Bu tıpkı ergen birinin kör kütük aşık olduğu ‘öteki’ni idealize etme & ülküleştirme, tapınma hali gibi geliyor bana. Hakikati gündelik yaşantısında unuttukça insan, onu daha da idealize edip, erişilmez, aşkın bir yere koymuyor mu? Ya senin ilahi aşk zannettiğin de bu tür bir bilinçaltı ülküleştirme ise? Aradığın çözümü sonunda bir ustada, guru’da vs. bulduğunu düşündüğün anda aslında derin bir boşluğu kapama telaşındaysan? Bu erime isteği bir tür sorumluluktan kaçış ise hatta; düşünme ve eyleme sorumluluğundan… Yok mu örnekleri? Dolu! Hem ötekini ülküleştirenin hayal kırıklığı da çok olur, bilirsin. Ya Hakikat’ten ödün vermezliğinin altında bir ‘ölme’ yani aslında gündelik realitelerin soğukluğu içinde ‘yaşama’ korkun var ise? Ya göğe çıkmaya dair bunda hevesin, yere gerçekten basma korkundansa? Hele bir de buna “ölmeden önce ölme” adını taktıysan? Tıpkı bencil aşklarını yücelten olgunlaşmamış çiftlerin evlilikten ve onun getireceği her türlü basit, gündelik, sıkıcı realiteden ölesiye korkması gibi, sen de ‘yaşamaktan’ korkuyorsan ve buna yanlışlıkla ‘ilahi aşk’ adını verdiysen? Mecazi aşkı yaşamadan ilahisini nasıl bulacaksın?
Sufi: Bitti mi? (Gülerek)
Felsefeci: Bitti. (Gülerek)
Sufi: Ülküleştirme dediğin bir kişinin kusurlarını, eksiklerini gözden kaçırarak onu gerçekte olduğundan daha güzel, önemli ya da büyük görmek demek demek değil mi? Tanrı kusurlu mu sence? Onu idealleştirdiğimi söylüyorsun ama bu kendi içinde zaten Tanrı tanımı ile çelişmiyor mu? O zaten varoluşu gereği kusursuz olan değil mi?
Felsefeci: Evet, öyle. A priori, her önceden önce ve tanımı gereği her türlü iyi, doğru ve güzel sıfatın mutlak sahibi… Ama dikkat edersen benim söylediğim Tanrı’yı ululamanla, O’na aşık olmanla ilgili değil. Bunda bir sorun yok. Onu ululalamak, onu sevmek zaten kolay olan… Benim dediğim kimde eridiğinle ilgili değil, erimek isteyen seninle ilgili. Erime isteği ile ilgili. Sen neden bu kadar ‘erimek’ istiyorsun? Daha bir insanı tam sevememişsin, Tanrı’da erimek istiyorsun.
Sufi: Çünkü ‘bilmiyorum’. Bilinmezin içindeyiz. Ne kadar bilirsek bilelim, bilmediğimiz bilgisine daha çok yaklaşıyoruz. Bugün bilim adamları bile aynı şeyi söylemiyor mu? Ve en iyisi bilinenin ve bilinmeyenin sahibi ile ortaklığı baştan kurmak değil mi? Neden bir ömür uğraşıp, ‘kendi kavramlarımla’ en iyi ihtimalle hakikatin bir kopyasını inşa ettikten sonra eskimeye terk edeyim onu? Baştan bıraksam, yıksam ya kalıpları!? Girsem O’nun her daim yeni olan evine… Mecazi aşkı bulacaksam da O’nun evinde, O’nun istediği ile kişi ile bulsam… Hem aşk dediğin tam da içine hesaplamadan atlanması gereken değil mi? Aşk ile pazarlık edilir mi?
Felsefeci: (Güzel bir gülüş fırlatır, istemsiz)
Sufi: Ayrıca ben aklı reddetmiyorum ki! O gene işini yapsın; bizi zararlı tutkulardan, aşırılıklardan, korkudan, kaygıdan uzan sakin bir yaşam kurmamız konusunda yönlendirsin, gerçek gereksinimlerimizle gerçek olmayanlar arasındaki farkı sezmemize yardımcı olsun, gerçekleri çarpıtmamak, deveyi pire, pireyi deve yapmamak için bize yol göstersin, duvardaki gölgelerimizden korkmamamız için bize verilerle düşünmeyi öğretsin… Hepsi tamam. Peki aşka dair ne söyler akıl? Kahve, sigara gibi toptan bırakmalı mı aşkı yoksa bir kadeh şarap veya çikolata gibi ara sıra tadına bakmak yeter mi? Sana soruyorum; bilgeler, felsefeciler hiç aklını yitirmez mi? Yalnızca dediler, meczuplar, koca bebeklerin işi midir aklı satışa çıkarmak? Tekrar ediyorum aşk ile pazarlık olur mu?
Felsefeci: Dediğim gibi; eğer seni insan olmanın basit zorunluluklarından yani dünya işlerinden sıyrılmak uğruna sorumluluk duygusundan alıkoyuyorsa bırak pazarlığı, aynı masaya bile oturma daha iyi. Ya kendi gerçeğini inşa etmeni engelliyordur. Ya seni bir fantezi dünyasına sürüklüyordur. Orada bir bit yeniği vardır emin ol. Seni senden çalıyordur da kendini aşk diye gösteriyordur! Görmüyor musun, aşk uğruna yaşanan türlü rezillikleri? Görmüyor musun, bir şeyhe, bir guruya adanıp kendini kandıranları, heba olanları? Ama her ne ise, dediğini anlıyorum; yine düşünerek, düşünceyi öyle bir çıkmaza sokuyorsun ki artık kendi kaynakları ile kendini kurtaramaz oluyor sanki. Asla varılamayacak, budur denemeyecek, ütopik, yeri yurdu belli olmayan bir Hakikat tasarlayıp, bir de “ona zaten yol yoktur”, yani “akletmeyle bulunmaz”, “aşık olmak böyle bir şey” diyip işin içinden çıkıyorsun. Akıldan ruha doğru olan bu ‘uzun atlamayı’ nasıl yapacağım hakkında da herkes için aynen geçerli dini yönlendirmeler dışında bir şey söylemiyorsun. “Bana aşkı veya Tanrı’yı ispatlayabilir misin?” diye soracağım ama vereceğini düşündüğüm cevaptan korkuyorum.
Sufi: Neymiş o cevap?
Felsefeci: İspat aklın işidir diyeceksin, zaten tanımı gereği aklın ötesinde olanı akılla nasıl ispatlayayım diyeceksin. Birin varlığını ikiyle nasıl ispat edeyim diyeceksin! Diyeceksin de diyeceksin.
Sufi: Evet, yöntemimi öğrenmişsin! (Gülüşler) “Yaratıcı” olanın varlığını “yarattığı” şeylerle ispatlayamazsın. “Burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş” diyor bir usta. Yani öze, aşka, Tanrı’ya dair kanıt aradım, meğer aradığım benim arayışımdan da öncelmiş, meğer zaten o izin verdiği için ben onu arayabiliyormuşum. Hani diyorlar ya “sen bilinci olan bir beden değil, bedeni olan bir bilinçsin” diye… O hesap yani. Diğer yandan da, aşkın, Öz’ün, Tanrı’nın yarattığı her şey onun bir ispatı değil mi? “Her şeyde göremiyorsak hiçbir şeyde göremezsin” demişler.
Felsefeci: Kötülüklerdede mi görmek mesela? Her türlü acımasız insanlık dramında? Belden aşağı vurur gibi yapmak istemem ama insanın aklına bu soru geliyor. Her şey olan aşk, öz, Tanrı’nın evinde, bahçesinde nasıl oluyor da böyle şeyler olabiliyor? O bütün bunlara nasıl izin veriyor? Yanlış anlaşılmasın, beni rolüm sürekli muhalefet etmek değil, sadece anlamaya çalışmak. Kötülük problemini nasıl ele alacağız?
Sufi: “Sana gelen iyilikler Allah'tandır, kötülükler ise nefsindendir” diyor yaratıcı. Bu, basit bir suç atma değil, bir bakış açısıdır. “Kötülük” dediğin şey, aslında insanın kendi perdelenmişliğinin, dar görüşlülüğünün, ayrı düşme vehminin bir sonucu. Hakikat mutlak iyiliktir. Güneş ışık saçar; sen perde çekersen karanlık olur. Perdeye kızıp güneşi suçlamak, işte budur kötülüğün sırrı. Bir nehir düşün; denize doğru akıyor. Bu akış daima hayradır; ama biz önüne set çekersek kötü olur, su bulanır.
Felsefeci: Derenin denize akışı güzel bir imge. Peki suyun doğal akışıyla gittiği yer “iyilik” mi “kötülük” mü, nasıl emin olacağız? Tarihe bakınca medeniyetler yıkım, savaş, hırs ve zulümle dolu. Akışın doğal yönü sanki daha çok çıkarcılığa, güç arzusuna benziyor. Belki de insan doğası “tarafsız”dır; iyi ya da kötü olmaktan çok, koşullara göre şekillenir. Mesela ekonomik koşullara göre, bilemiyorum.
Sufi: Suyun menzili denizdir; deniz ise sınırsızlıktır. Bu yön, Hak’ka dönüşü simgeler. Kötülük dediğin şey akışın kendisinden değil, derenin önüne çekilen setlerden doğar: nefsin, cehaletin, korkunun bentleri. İnsan özü itibarıyla Rahman’ın nefesinden yaratılmıştır. O özünde iyidir. Yani fitraten iyiliğe meyillidir; ama özgür irade, o akışı bulandırabilir. Ve dediğin gibi; insan özünden gelen tesirler dışında pek çok koşulun tesiri altında kalabilir.
Felsefeci: Peki ama “özünde iyi” tezini kanıtlamak zor. Evrimsel biyolojiye bakarsak, genlerimizde bencillik de var, işbirliği de. Hatta bazı durumlarda bencillik hayatta kalmayı sağlıyor. Yani suyun doğası tek başına “iyilik” demek değil de, olsa olsa “uyum sağlama” demek olabilir.
Sufi: O “uyum”u biz varoluşun ilahi hikmetiyle birlikte okuruz. Bir su kaynağı kendi kendine kirlenmez; dışardan gelen tortular, atıklar onu bulanıklaştırır. Sufilere göre insanın özü saf, latif, iyiliğe yöneliktir. Kötülük, hakikatin unutuluşudur; hatırlamak, saf suya dönmektir.
Felsefeci: Yine de, kötülük sadece “unutma” ise, neden bu kadar kalıcı ve etkili? Suyun önüne set kuran da insan, seti kaldırabilecek olan da?
Sufi: Evet, taşın yontulması da sürecin parçası. Acı, kayıp, yıkım… Bunlar bazen derenin yolunu bulması içindir. Fakat bu yıkımın ardındaki kudret, varlığı bütünüyle yok etmez; aksine daha geniş bir denize kavuşturur. O yüzden nihai yön, iyiliktir. Deniz kötülük değildir; deniz genişliktir.
Felsefeci: Derenin akışı güzel metafor ama yine de benim için soyut kalıyor. Perdeyi ben çekmiş olabilirim, peki depremler, salgınlar? Çocuğun açlıktan ölmesi kimin perdesi? Burada “nefs” kavramı insan iradesiyle sınırlı; ama doğa felaketlerinde bu yok. Eğer Tanrı mutlak kudretse, olan her şey de onun iradesinde. Bu durumda kötülüğün kaynağı hala Tanrı’nın “ol demesi” olmuyor mu?
Sufi: “Ol” emri, varlığın bütün mertebelerine yayılmış bir halde. Depremi de, yıldız doğumlarını da, mahlukatın tüm eylemlerini de kapsıyor. Biz felaket deriz, çünkü hikayeyi kendi ömrümüz ve bedenimiz üzerinden okuruz. Ama varlığın kendi hakikati bakımından “felaket” yoktur; dönüşüm vardır. Toprak sarsılır, şehir yıkılır, insanlar ölür… ama can dediğin, ölmez. Ölümü nihai kayıp sayan biziz. Oysa yaratılış, fanilikten ibaret görünse de, aslında devamlı doğumdur.
Felsefeci: Bu bakış, kötülüğün acısını hafifletmiyor. Çocuğun acısı hala gerçek. “İmtihan” dersen, Tanrı’nın bizim üzerimizde deney yapan bir varlık gibi görünme tehlikesi var. Ayrıca eğer her şeyin ardında iyi bir amaç varsa, kötülüğün anlamı kalmaz; iyilik ve kötülük eşitlenir.
Sufi: Sufiler için “imtihan” bile sadece mecazdır; asıl mesele tecelli. Senin “kötü” dediğin şey, belki de başka bir perdede rahmettir. Mevlana “Yara, ışığın girdiği yerdir” der. Bu, acının varoluşumuzdaki dönüştürücü rolünü küçümsemek değil, onun tek boyutlu okunamayacağını söylemek. İnsan aklı zıtlık olmadan kavrayış geliştiremez. Gece olmasa gündüzü bilemezsin.
Felsefeci: Yine de bu, kötülüğün varlığını “öğretici zıtlık” gibi gerekçelere indirgemek oluyor. Tanrı her şeyi bilir ve dilerse, bu öğreticiliği acısız da kurabilirdi. Madem kudret sonsuz, neden bu yoldan gitti?
Sufi: Sonsuz kudretin seçimi, bizim “neden” dediğimiz sınırın ötesindedir. “Allah bilinmek istedi, kainatı yarattı” derler. Bilen ile bilinen arasında ilişki kurmak için çokluk gerekir. Çokluk zıtlık doğurur. Bu bir tercih değil, varlığın ta kendisi. Sen sorarsın, ben cevap ararım; işte o arayış bile onun tecellisidir.
Felsefeci: Yani kötülük de bu arayışın yakıtı mı?
Sufi: Belki de. Ama bak, bu “kötülük iyidir” demek değil. Bu, kötülüğün Tanrı’yı yadsımaya tek başına yetmeyeceğini söylemek. Çünkü kötülük bile var olmakla “Varlık”a tanıklık eder. Sana düşen, zulme karşı durmak, acıyı dindirmek. Sufi der ki: “Teslimiyet eylemsizlik değildir; Hak’ka güvenerek en güzel çabayı göstermektir.”
Felsefeci: O halde en azından şu noktada buluşuyoruz: Kötülük, metafizik bir bilmece olsa da, insanın etik sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Belki de felsefenin ve tasavvufun kesişimi burada: anlam ararken dünyadaki acıyı dindirme iradesini kaybetmemek.
Sufi: Evet. “Her şey O’ndandır” diyerek zulme seyirci kalmak değil; “Her şey O’ndandır” diyerek zulme karşı çıkarken bile sevginin kaynağını unutmamak. İşte gerçek tevhid, bu ince dengede açar.
Felsefeci: Peki o zaman, son bir soruyla bitireyim: Madem her şey O’ndan ve O’na dönüyor, çayı ben mi demledim, yoksa o da Hak’kın tecellisi mi? Eğer öyleyse, çayın fazla demli olmasından kim sorumlu?
Sufi: (gülerek) Çayı sen demledin, ama içindeki lezzet O’ndan. Demini sen ayarla ki, sohbetimiz de tadında kalsın.
Felsefeci: Yani fazla demliyse kabahat bende, güzel kokuyorsa şükür O’na?
Sufi: Aynen öyle. Kısacası sen elinden geleni yap, demini ayarla; gerisini, tadın gönle dokunan kısmını Hak’ka bırak. Çünkü hakiki lezzet, tıpkı bu sohbet gibi, senin emeğinle O’nun sırrının buluştuğu yerdedir.
.
.
.
Sonunda barıştırdık.
Birini diğerine kırdırmak demesem de karşılıklı zor sorularla köşeye sıkıştırmak niyetiyle başlamıştım doğrusu yazmaya ama kendi içinde bir anlayışa, uzlaşıya evrildi gibi sanki, ne dersiniz? Ruhun sesi, aklın sesi mesele çay olunca rahatlayıverdi!
Zaten çay, sohbetti, sohbet - muhabbet zaten tam da bizden istenendi. Muhabbet’ten Muhammed’e yol vardı. Mesele ne ruhu akla tercih etmek, ne aklı ruha… Her şey kendi işlevini yerine getirmek için var idi.
Felsefenin tırpanladığı akıl & gönül toprağına, maneviyatın tohumlarını ekmek meselesi gibi biraz da…
Özetle
Evet, felsefe ve maneviyat arasında hep belli bir sürtüşme olagelmiş. Felsefeciler maneviyatı kimi yerde mantığa oturtamamış ve görmezden gelmiş, maneviyat da felsefeyi “kendini mantıkla sınırlıyor ve sonunda zihinsel bir uğraş olarak kalıyor” diye yetersiz bulmuş. Felsefe batıya, maneviyat doğuya ait olagelmiş. Felsefe soğuk, rasyonel aklı ve 'anlamayı', maneviyat sıcak, akışkan aklı ve 'deneyimlemeyi' ön plana çıkarmış.
Şimdi bakıyorum, birini diğerinden üstün kılmaya çalışmanın bir manası var mı?
Dahası biri olmadan diğeri kendini yaşar mı, aşar mı? (Benim şahsen etkilendiğim en sağlam ‘felsefeler’ maneviyat alanından (örn. Muhyiddin İbn Arabi Hz.), en açık manevi ilhamlar ise felsefe alanındaki büyüklerden (örn. Friedrich Nietzsche) geldi, geliyor… Dolayısıyla bu tip kategorik ayrımların ötesine geçmeyi önemsiyorum ve şöyle bir benzetmeyle bitiriyorum.
Felsefe sanki gelecek misafir için evi dayayıp döşemek gibi. Belki misafir için bunlar hiç önemli değil, ama ev sahibi açısından misafire verdiği değerin bir göstergesi. Ev dediğim zihin, evin dayayıp döşenmesi ise zihnin belli bir düşünme alışkanlığı edinmesi, perspektif oluşturması, kavramlar yaratması, insanı ve evreni anlamaya yönelik iyi kötü bir model inşa etmesi, sonra bu modelin anlamını sorgulaması ve hatta sonra «anlamın anlamı»nı da sorgulaması... Tüm taşları gediğine koyma çabası… Misafir dediğim ise Tanrı, öz, ışık, sonsuz cesaret ve güven, enerji, yüce ruh, o beklediğin apaçıklık, dirilik, güç, saydamlık veya sevgi, nasıl imgelemek istersen... Senden hiç bir beklentisi de yok kendisini ‘içeri’ kabul etmenden başka… Hatta etmesen de darılmaz, küsmez, gitmez senden, vakti gelir kapıyı çalmaya devam eder inatla… Hatta onu bile yapmaz belki sen rahatsız olmayasın diye, bilmem.
Köşedeki bankta gelmeni bekliyordur belki de.
Demli bir çay eşliğinde…
EA



Yorumlar