top of page

Müziği Aramak 4: Kompozisyon & Beste Üzerine

Klasik Tanım: 


Kompozisyon, müzikte, bir eseri meydana getirmek için ezgi, ritim, armoni vb. ögelerin bir düzen içinde bir araya getirilmesine verilen isim… Latince "compositio" (bir araya getirme) kökünden geliyor ve müzikte, çeşitli ses öğelerinin anlamlı, dengeli ve estetik bir bütün oluşturacak şekilde düzenlenmesi anlamında kullanılıyor. Diğer adıyla beste… “Beste” terimi de özellikle Türk müziğinde ve sözlü eserlerde sık kullanılır. “Kompozisyon” daha çok batı müziği, akademik çevreler veya enstrümantal eserler için tercih edilir. Ancak özünde her ikisi de "müzik yaratma" eylemine işaret ediyor.

 

Tasavvufi Yorum:


Bir müzikal kompozisyonu hangi öğeler oluşturur?


Belirli bir tema & bir ezgi doğar önce insanın içinde ve yavaş yavaş melodi, ritm, usül, makam, tını vs. her şey kurgulanır. Belki notasyonlar yazılır, kural setleri belirlenir. Buraya kadar olan kısım kavramsaldır. Sonra bu kavramların içini “icracı” doldurmaya başlar; eseri seslendirir ve ister istemez kendi ruhunu, yorumunu katar.


Doğrusu müzikal bir kompozisyonun doğuşu ile varlığın yaratılışı arasında paralellikler kurmak mümkündür. (Ve bu çok zevklidir.) Bu noktada İbn Arabi Hz.’lerinin ontolojik bakış açısına dönelim.


Ona göre alem basitçe iki ana boyuttan oluşur; Gayb Alemi (Ki Arabi’nin ontolojisinde Lahut, Ceberût ve Melekut alemlerinin üçü birden ifade etmektedir) ve Şahadet Alemi (Cisimler alemi)… Buna “Mana” ve “Madde” de diyebiliriz sanıyorum. Bu alemleri kendi içinde biraz daha ayrımlaştırırsak, geleneğe bağlı kalarak şu dört alemden bahsedebiliriz;


  1. Gayb veya Lahut Alemi: Bu makamda Allah’ın Zat’Inı imgeler. Tenzihin (aşkınlığın) en son mertebesidir. İsimler ve sıfatlar Hakk’ın zatında ‘yokluktadırlar’. (Bu bize göre yokluk fakat Öz’de esas varlıktır) Buraya Ama-yı Mutlak da denir. Hz. Peygamber’e (SAV), “Allah kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?” diye sorulduğunda “Başlangıçta Allah Ama’daydı” dediği bilinmektedir.

     

  2. Ceberut Alemi: Bu alem ‘Taayün-i Evvel’ yani ilk belirme mertebesi olarak ifade edilir. Buraya “Hakikat-i Muhammediye” ve “Akl-ı Evvel” veya “Akl-ı Küll” de denir. Aynı zamanda bu alem için, Allah’ın kendi kendisinin kendisiyle & saf bilgisini ifade eden “A‘yan-ı Sabite” kavramı da kullanılır. Esma-ül Hüsna, yani tek ve bir olan külli Varlık’ın güzel vasıfları bu boyutun açılımlarıdır ve bu açılımlar sonsuzdur. İbn Arabi Hz’lerine göre tüm varlıkların hariç alemde görünür olmadan önceki ilk örnekleri, yani özü olan a‘yan-ı sabiteler, Levh-i Mahfuz kitabına (muhafaza edilen levhaya) nakşedilmiş yazıların alemidir. Görünen varlıklar ise alem kitabına yazılmış yazılardır. Bu yüzden Arabi varlıkları tanımlarken “kelime” kavramını kullanır. (Bu görüşü, varlığın sessel & müzikal yapıda oluşunu destekler.) Ve her varlık yani kelime, ayan-ı sabitesini kendi içinde saklar. Her varlık sabitelerin bir yansıması, vücud bulmuş halidir.

     

  3. Melekut & Misal Alemi: Mutasavvıflar bu aleme ikinci taayyün veya vahidiyyet alemi de diyorlar. Bir önceki mertebe Gayb’a yakın olandır, bu mertebe ise bizlerin bulunduğu gözlemlenebilir şehadet alemine… Bu alemde suretler bir derece daha kesifleşerek yani ‘forma bürünerek’ sezilebilir birer kuvve haline dönüşürler. Bu kuvveler yani melekler artık Allah’ın belirli isimlerine ve sıfatlarına mazhar olmuşlardır; yani Allah onlara hayat vermiş, isimlerini öğretmiştir. Bu alem Hak ile Halk arasında bir geçiş bölgesi, bir rüya alanı ve ara alem olarak anlatılır.


  4. Mutlak Şühud (Tanıklık) Alemi: Bu aleme yaratılmışlar alemi veya cisimler alemi de derler. Mutlak Vücud’un varlığı iyice kesifleşerek eşya ve cisimler şeklinde ortaya çıkar. Burada kainat düzenindeki her bir mevcud, düzenin devamı için kendine verilen vazifeyi yapar. Madde alemi, mana aleminin sembolüdür. Cisim aleminde gördüğümüz her şey, soyut alemdeki varlıkların suretidir.

 

Bu dört alem aslında temel bir geometrik düzeni çağrıştırır; gayb alemi boyutsuz nokta ile, ceberrut alemi tek boyutlu doğrular ile, misal alemi 2 boyutlu zihinsel yüzeyler ile, şahadet alemi ise 3 boyutlu fiziksel mekanlar ile anlatılır. Batı terminlojisinde de sırasıyla “spirit”, “soul”, “mind” ve “body” kelimeleri ile karşılığını bulur. Her alem bir üst alemin “gölgesi” mesabesindedir. Nasıl ki gölgeler asıl olanı hem gösterir & imler hem de sınırlar & örter; bu cisimler alemi de hacivat ve karagöz gibi arkasındaki mananın & konuşanın hem yansıması hem de perdesidir.


ree

Şekil: İbn Arabi Hz.’ne Gölgeler Hiyerarşisi ve Müzikal Kompozisyon İle İlişkisi

 

İbn Arabi Hz’lerine göre Allah bir kere “Ol!” demiş, bu dört alem beraber ve birden meydana gelmiştir. Ancak bu alemler, yoktan meydana çıkmış değillerdir; zatın kendisinin bir yağmurun döngüsü misali bir halden diğer bir hale geçmesinin ürünüdürler. Önceki yazıda tüm seslerin sessizliğin bir açılımı olduğundan bahsetmeye çalışmıştık, yine görüldüğü üzere dönüp dolaşıp aynı noktaya geldik.


İbn Arabi Hz’lerine göre, yaratılışın sebebi de muhabbettir.


Bunu müzikal açıdan yorumlayarak “yaratılışın sebebi meşktir” de diyebiliriz. Aşk batıni hakikati, başına “mim” gelmiş hali olan meşk ise o hakikatin zahiri & aktüel vücut bulmuş halini ifade eder. Aşk olmadan meşk olmayacağı gibi, aşk da kendisini meşk ile açığa vurur, seyreder.


“Vücuda gelmeyince kimse Hakk'ı bilmedi

Bu vücuddan gösterdi dost bize didarını”

 

Yunus Emre Hz.


Bilindiği üzere Allah, “Ben bir gizli hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim; halkı bilinmem için yarattım” diye buyurmuş... Yani vücud, aşama aşama çokluk mertebesine inmiş, yani zatını ve sıfatlarını bilmiş, zatındaki kemallerini meydana çıkarmak için muhabbet göstermiştir ve her an göstermektedir. Diğer bir ifade ile A’yan-ı Sabite’de henüz kavramsal olarak var olan, tohum olan, yani belirli bir forma bürünmemiş durumda olan öz, formlara bürünüp kuvveden fiile çıkarak yani çiçek açarak görünen alemi meydana getirmiştir.


“Bir ağaçtır bu alem

Meyvesi olmuş adem

Maksûd olan meyvedir

Sanma ki ağaç ola


Bu adem meyvesinin

Çekirdeği sözündür

Sözsüz bu adem alem

Bir anda tarac ola”


Sunullah Gaybi Hz.


İşte bu tohumdan meyveye yolculuk, bir anlamda baştaki “kün” emrinden ve kainatın o ilksel yaratıcı titreşiminden, sondaki Peygamber’in kutsal “söz”üne ve evrilmiştir. Söz aynı sözdür, sadece tohum, ağaca ve nihayet meyveye dönüşmüştür.


Şiirde geçen “söz” ne kadar kutsal bir mana içeriyor, bakar mısınız?


O söz ki “kelime” anlamına geldiği gibi,  “ahd vermeyi” de anlatıyor. Belki de olgun insanın sözünün & titreşiminin “ol” mesabesinde, yani alemler yaratan bir “kün” emri misali oluşundan bahsediyor Hz. Gaybi. Kim bilir?


“Dünyada olabilecek her bir olay için misal aleminde sayısız ihtimal uyur. Siz ağzınızdan çıkardığınız sözlerle o ihtimalleri uyandırırsınız. Güzel kelimeler söyleyin ki güzel ihtimaller uyansın. İnsanın kaderine müdahalesi buradadır.” (Hz. Mevlana)

Pir’lerin böyle muhabbetine can kurban!


“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl,

Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl?”

 

Aslında, muhabbet eseri olan bütün bu boyutların hepsi tek bir nur deryasıdır ve bu derya okyanus misali durmadan dalgalanmakta ve tecelli halindedir. Her dalga Zat’tan gelir ve yine Zat’a döner. Dahası bir tek okyanusun bölünemeyen kendiliği yani Zat’ı Mutlak vardır; dalgayı ondan ayrı bir şey olarak görmeye ise masiva denir. Kısacası, Allah’tan başka fail, Allah’tan başka mevsuf, Allah’tan başka mevcut yoktur. 


Bu 4’lü şemayı müzikal anlamda yorumlayalım şimdi;


  1. İlk alem - Sessizlik & Potansiyel: her şeyin kaynağı olan mutlak birlik hali, henüz varlıkların açığa çıkmadığı saf ilahi bilinç idi. Müzikten önceki, sonraki (ve aslında her andaki) sessizlik… Tüm müzikal olasılıkların potansiyel olarak içinde bulunduğu yaratılmamış alan. Beste henüz düşünülmemiştir ama sanki tüm notalar oradadır. Saf titreşimsel hakikat… Hiç… Müziğin özü…


  2. İkinci alem - İlhamın Doğuşu: İlahi nurun, ilk kez zuhura gelişi; hakikatin kendini göstermek isteyişi ve isimleri & sıfatları doğuruşu… Müzikte karşılığı belki ilhamın gelişi, bir melodinin ya da temanın içsel sezgiyle belirivermesi… İlahi olanla sanatçı arasındaki bağın ilk parıltısı…


  3. Üçüncü alem - Biçim Kazanma: İlahi hakikatin farklı derecelerden geçerek maddi aleme yaklaşması misali, müzikal ilhamın, ritme, nota yapısına, armoniye bürünmesi; yani soyut bir duygunun besteye dönüşmesi. Yani içsel sezginin, teknikle ve teknoojiyle birleşmesi… Beste dediğimiz henüz icra edilmemiş kavramsal tasarım belki de daha çok bu alem ile ilişkili…


  4. Dördüncü alem - Eserin İcrası: Tek olanın, çoklukta görünmesi ve her varlığın, Hak’tan bir iz taşıması… Müzikal kompozisyon nihayer icra edilişi… Farklı enstrümanlar, sesler, insanların müziğe beden verişi... Seyircinin, sesin çokluk halindeki yansımasına tanık oluşu...


ree

Şekil: Manadan Maddeye Nüzul ve Yeniden Yükseliş


Özetle gayb & vahdet boyutu sessizliğe, zat’ın kendinden kendine ilk tecellisi ilhama, Hakk’ın aleme tenezzül edişi besteye ve kesret alemi de eserin icrasına benziyor.


Yukarıdan aşağıya bir iniş (nüzul) ve aşağıdan yukarıyla bir çıkış (miraç) hali, müzik… Bir sessizlik, belirme, yoğunlaşma, tekrarlara dayalı bir forma bürünme, kalpten yorumlarla zenginleşme, doğaçlamacı teslimiyet ile halden hale girme ve mutlak bir dinleme halinde kendini esas İcracı’da yok etme sanatı… Müzik…


Bir devr-i daim…


Kendi ‘Varlığımızı’ Müzikal Bir Yapı Olarak Algılamak


Bu 4’lü yapıda kendimizi görebiliriz.


Her şeyden önce biz de, ete kemiğe bürünmüş bir “can” olarak, kendi ilahi ismimizin gölgesi mesabesinde değil miyiz? Bir enstrüman olarak bu benliği çalan esas el, öz, nihai Gören veya nihai sanatçı, bize bizden bildirdiği güzel isimlerinden bir ismi yani bir ayan-ı sabiteyi  (örneğin ilim, doğruluk, yaratıcılık veya cömertlik vb. isimleri) sahnelemiyor mu şu alemde? Peki ya bir bestenin sonsuz farklı icraları olabileceği gibi, bu isimlerin de “benim” dışımda türlü farklı icraları yok mu? O halde ben dediğim nedir? İcra mı? Beste mi? İlham mı? Sessizlik mi? Bedenim mi, karakterim mi, ruhum mu, özüm mü?


ree

Şekil: İnsan Nedir? A, B, C bedenleri mi? Yoksa Öz’deki Birlik mi? Hepsi mi?


Gelin bir zihinsel bir deney (meditation) yapalım.


A, B ve C noktalarının her birini bir “beden”, bir “kimlik” yani bir “beşer” olarak düşünelim. Her beşer, şüphe yok ki zaman ve mekan düzleminde “birbirinden ayrı” fiziksel gerçekliklerdir. Peki ya her birinin özüne doğru ilerlersek? O zaman anlarız ki bir yerde tamamen iç içe geçerler ve ortak bir temeli paylaşırlar; bu temel her birinin gerçekleşme olasılığının “yazıldığı” nihai levhadır. Bedeni bilincin ve ışığın bir yoğunlaşması olarak görürsek, kendi iç ışığımıza & aslımıza doğru gittikçe (ki aslında oraya “giden” bir ayrı ben yok, sadece onu fark etmekten bahsediyoruz) diğer tüm yaratılmış şeylerle aynı temele oturduğumuzu görürüz. Kimileri bu temeli “mutlak sevgi” diye adlandırır, kimi “mutlak bilinç” diye kimi de “mutlak irade”… Doğrusu her bakan O’nda kendi baktığı pencereden açıldığı kadarını görür ancak O’nun kendisi tanımlara sığmaz.


“İnsan yüzü henüz suretini bulmadı…” (Gilles Deleuze)

İbn Arabi Hz. İnsan’ı bu yüzden “beşinci alem” olarak ilk dört alemi içine alan bir külli varlık olarak yorumlar. Allah’ın bütün isimlerinin ve sıfatlarının bütünlenmesi ve meydana çıkması İnsan’da tamamlanmıştır.


“İnsan, Tanrı katında, bakan gözdeki bebek gibidir ve görmek sıfatı ile ta’bîr edilmiş olan yaratık odur. İşte, bundan ötürüdür ki ona İnsan denildi. Çünkü, Tanrı, yarattıklarına İnsan ile nazar kıldı ve onlara rahmet eyledi. Şu hâlde, ezelî olan İnsan, şekli ile hâdis, fakat, zuhur ve meydana çıkışı bakımından ebedî ve daimîdir; ezel ve ebed, onun vücûdunda birleşmiştir. Âlem, insan vücûdu ile tamam oldu. İnsan, Padişahın hazineleri üzerine vurduğu mührün nakşına mahal oldu; bundan ötürü de insana Halîfe adı verildi. Tanrı, âlemi korumak hususunda Âdem’i kendine Halîfe kıldı. Allah, insanı her yönden kendi sureti üzre yaratıp onu kendine Halîfe kılınca da ona kendinden (Muhabbet) göstermekten başka çare kalmadı. İnsan ile Allah arasındaki ilişki de işte, bu muhabbetle başladı ve bu muhabbet de Kâmil İnsan’da en tam şeklini aldı. İşte, bütün bunlardan ötürü, âlem, içinde Kâmil İnsan var oldukça, Allah tarafından daima korunmuş olacaktır.” (Prof. Cavit Sunar)

Aynı şekilde müzikte de “kompozisyon” dediğimiz şey soyut ve somut alemlerin bir buluşma noktasıdır ve daima “canlı” bir şeydir. Sadece (nispeten statik bir kavramsal tasarım olan) ‘beste’yi değil, sessizlikten icraya yani gaybden kesret alemine dinamik bir bütünselliği temsil eder.


“Kompozisyon”, bu anlamda “insan” ile eş anlamlıdır.


Peki, alemin ve insanı bu dörtlü yapı içinde okumak bize ne katar?


Bu salt & kuru kuruya yapılan bir felsefe midir, yoksa bize kendimizi bilmekle ilgili ontolojik bir anahtar sunmakla mı ilgilidir? Ben ikincisi olduğunu düşünüyorum.

 

Mizaç Teorisi: İnsanın Müzikal ‘Makam’larını Kavramak

Bu konuya bu kadar girme nedenim insanı, soyut ve somut alemlerin bir bileşkesi olarak bir müzikal “kompozisyon” misali okumayı denemek ve aslımızı tefekkür etmeyi kolaylaştırmak… Konuyu gündelik bir yerden biraz daha açmak için size lise yıllarıma ait bir anıdan bahsedeceğim.


İlginç bir matematik deneyi yapmıştım. Şöyle;


Diyelim elinizde bir iğne veya kürdan var, bir de önünüzde genişçe bir kağıt. Kağıda, aralıkları iğnenin boyu kadar olacak şekilde paralel çizgiler çizdiğinizi düşünün. Diyelim iğneyi «n» kere attınız. «n» sayısı sonsuza giderken [“çizgilere toplam atış sayınız” x 2 / “çizgiye değen atış sayısı” = Pi] oluyor! Yani ne kadar çok atarsanız, üstteki formül ile Pi sayısına o kadar yakınsıyorsunuz. Ben de 1000 kere atıp yaklaşık 3.141 gibi bir sayı bulunca heyecanlandığımı hatırlıyorum. Buffon’un iğne deneyi olarak geçiyor bu. Ev yapımı, çok hoş bir matematik deneyi… :)


“Ee?” diyebilirsiniz, bu heyecanın neden?


Tamamen rastgele yapılan bir eylemin sonucunun belirli bir matematiksel paterne uyduğunu görmek sizce de düşündürücü değil mi? Somut alemde ve birbirinden kopuk gibi görünen çıktıların soyut alemde bir iç bağlantısı olduğunu görmek… Şahit olduğumuz, elle tuttuğumuz bu evrendeki her türlü ‘düzensiz’ kıpırtıların ‘düzenli’ bir mananın doğuşkanları olduğunu derinden hissetmek… Tanrı’yı hissetmek…


Heyecanım bundan…


Yani dikkat edilirse, deney yaptığım ‘için’ Pi var değil, Pi ‘var’ ve onu sürekli yanlış sonuçlar üreten bir deneyle dahi olsa doğruluyorum. ‘Yanlış’ yaşamlarımızla ‘doğru’ olanı doğrulamak..! («Yanlış yaşam doğru yaşanmaz» demişti meşhur kültür teorisyeni Theodor Adorno, doğru, ama meğer ‘yanlışlığı’ dahi ‘doğruluğundanmış’…)


İşte Platon, görünen alemin ardındaki bu soyut & evrensel doğrulara, İdea’lar diyor. İbn Arabi Hz. Ayan-ı Sabiteler… İnsan merkezli bakacak olursak ise buna mizaç diyoruz… Örneğin Enneagram teorisi, bize bunların ne olduğu anlatıyor.


Evet, mizaç dediğimiz özellikler kümesini insanların benzer özelliklerine bakarak yapılan öylesine gruplamalar ya da etiketler olarak görmeyin, onu daha çok bizlere aşkın (ve aynı zamanda içkin) evrensel paternler yahut müzikal dille söylersek müzikal makamlar olarak okumak lazım... Kimimiz hicaz, kimimiz rast, kimimiz hüzzam, kimimiz Hüseyni makamında şarkılar söylüyoruz… Her insanda belirli bir şekilde açığa çıkan ama hiçbir insanla kayıtlanmayan, aşkın ve özünde ilahi olan nitelikler kümesi…  Mesela ‘kırmızı bir çiçek’ düşünün. Tüm kırmızı çiçekler ölüyor ama ‘kırmızı’ ölmüyor. Hicaz makamında bir eser düşünün, diyelim “Ah Nice Bir Uyursun”… Her icrası kendine has ve asla tekrar edilemiyor, ama “hicaz makamı” ölmüyor.


İşte böyle; bizde de belli enstrümanlar (bedensel özellikler vs.), belli müzikal tavırlar & kalıplar (bilgiler, duygular, haller, davranışsal paternler), o tavırlara tınısını veren belirli makamlar (mizaçlar, esmalar) ve nihayet makamların da kendisinden doğduğu bir sessizlik (bir içsel farkındalık alanı, ilahi bir ‘bilinmeyen’) var. Tefekkür diye aslında belki de bu yaratımı içimizde Öz’e dönük olarak okuma haline diyoruz.


Bazıları «mizaç diye bir şey yoktur, her insan farklıdır, insan ruhu tanımlara sığmaz, sınıflandırmalar sınırlandırmalardır» da der. Bu da doğrudur, insanın özü tüm renklerden, notalardan vs. münezzehtir. Ancak yaratılışımız gereği hepimiz bir takım idealarla & esmalarla Varlık’a bağlıyızdır ve fiziksel boyutlarımızla o göz ile görülmez manaların bir tür maddeleşmesinden ibaretiz.


Yani kendimiz dediğimiz şeyi yapısökümüne uğratmak lazım!


Bizi biz yapan sıfatları, nitelikleri vs. şahsımıza ait ve bedenimizden türeyen tüzellikler yani ‘bana aitlikler’ olarak görmeyi bırakmamız lazım; daha çok bir onlara aitiz!


“Burhan / kanıt arardım aslıma / öz’üme, aslım bana burhan imiş…” (Niyazi Mısri Hz.)

Bir gün yabancı misafirleri Muzaffer Özak Hz.’lerine sormuş; «reankarnasyon var mıdır?» Var deyivermiş. Etrafındaki dervişan şaşırmış. Şöyle buyurmuş; hani «siz ölünce fikirlerinizi, projelerinizi başkaları yaşatıyor ya; işte odur reankarnasyon…» Usta işi anlatım, ince görüş…

Yani ‘anla’ diyor; seni sen yapan özellikler kümesi, sana & bedenine ‘ait’ değil. Tek bir Can var ve o farklı renklerde, farklı dozlarda her bedenden açığa çıkmakta! Senden sonra senin ‘renginden’ kimse olmayacak mı?


Jung da diyor; «İnsanların fikirleri yoktur, fikirlerin insanları vardır» diye, öyle. Yani senin fikirlerini anlayan, uygulayan veya senin boyandığın ilahi sıfatlarla boyanan biri gerçekten de bir ölçüde ‘sen’ olur, olacak, olmakta!,


Neyse, ne diyorduk?


Hadi bir deney daha yapalım tam şu anda…


Mesela şu an, eğer bir odadaysanız, içinde bulunduğunuz alana dikkatinizi verin. Duvarda, kolonlarda, kirşilerde, yerde vs. statik denklemlerini, trigonometri formüllerini filan görüyor musunuz? Yok. Oysa orada duruyorlar, bu binaya hem içkin hem de bu binadan aşkın bir haldeler… Yoksa her şey nasıl ayakta duracaktı, işlevselleşecekti? Yani binayı ayakta tutuyorlar ama bina yıkılırsa onunla beraber yok olmuyorlar.


İşte tasavvuf bu soyut aleme saffaniyet derecelerine göre lahut alemi, ceberut alemi, misal alemi gibi isimler vermiş. İçinde bulunduğumuz bina ise mülk veye şahadet alemi olarak adlandırmış.


Şimdi dönelim yeniden bize, bu beden binasına…


Bu binayı ayakta tutan nedir? Görünüşte duvarlar yani et & kemik… Ama ya Hakikat’te?


Acaba beni seni her gün yataktan bir heves kaldıran olan ismin, her gün daha da aktive olmayı bekleyen o has özelliğin, Enneagram diliyle kutsal idea’n, erdemin nedir? Veya müzik metaforunu takip ederek sorayım; bir beste olsan neye benzerdin? Müzikal tarzın ne olurdu? (Pop, caz, alaturka vs.) Kendini sıkışmış, yorgun vs. hissettiğinde, duygular üstüne üstüne geldiğinde acaba icrayı mı değiştirsen? Olmadı besteyi? Veya ilham boyutuna mı dönsen yine? Yahut içsel sessizliğe?... Yani önce davranışlarını fark etmeye, sonra onların ardındaki örtük duygusal ihtiyaçları fark etmeye, sonra onların altındaki savunma mekanizmalarını, korkularını vs. araştırmaya, sonra seni güdüleyen temel motivasyon faktörlerini, ilahi erdemleri ve kutsal ideaları & ilahi nitelikleri araştırmaya cesaret edebilir misin?  Ve nihayetinde özünde hiçbir renkle kayıtlanmadığını, ‘Görülen’ olduğun kadar ‘Gören’ ile de bir olduğunu, senden Gören’in daim senin ile olduğunu sezmeye, bulmaya…


Seni çalan eli, üfleyen nefesi sende bulmaya…


Ey sen!


Senden önce de orada olan, seni şekillendiren ve senden sonra da orada olmaya devam edecek bir ‘sen’ düşlüyorum! Sen’in ben’in kalmayacağı bir derinlik ve bir tekillik düşlüyorum! Bu düşünce kendisini bana dayatıyor desem yeridir hatta, başka türlü düşünemiyorum.


.

.

.


E anlatması kolay, soracaksın şimdi, neden her insan her an bilemiyor & bulamıyor bu manayı içinde diye? Haklısın. Bu nasıl bir unutuş, nasıl bir toprağa, aşağıların da aşağısına dönüş yüzünü ve bağlanıp kalış?


“Sen, gökyüzünden kendine bir vatan tutmuş, bir yurt edinmiştin. Sonra tuttun, toprağa kendi resmini yaptın, ona bağlandın kaldın ve aslın olan şeyi unuttun gittin…” (Hz. Mevlana)

Bu rüyadan nasıl çıkacağız?


“Bir adam, bir şehir de kalır, bir gün bir rüya görür ve rüyasındaki şehri gerçek sanır… Kendi esas şehri, hiç aklına gelmez, asıl vatanı orası zanneder. Ne şaşılacak şeydir ki ruh da esas vatanını, öz yurdunu hatırına bile…" (Hz. Mevlana)

Her yerden her an üflenmekte olan o kadim müzik; İsrail’in Sur’unu nasıl işiteceğiz?


“Her tarafta Allah’ın nuru vardır dediler. Halktan o nur nerededir diye feryad yükseldi. Hakikati bilmeyen kişi sağına soluna bakındı, O’nu aradı, bulamadı. Ona dediler ki; «bir an için sağsız ve solsuz bakabilirsen O’nu görürsün.» (Hz. Mevlana)

Şimdilik burada duralım.


Sonraki yazıda, yaratıcı müzikal kompozisyonların yazılma sürecine bakarak, buradan İnsan’ın inşasını anlamaya dair çıkarımlar çalışacağız. Kainatın müzikal kompozisyonunu tanıdık, hayal ettik, düşündük diyelim, iyi güzel, ama icrayı nasıl yapacağımızı araştıracağız.


Bilgiden eyleme, teoriden pratiğe, Nur’dan Ahlak’a giden yolu sürmeye çalışacağız.


.

.

.


Son


Emrah Akbalaban

 
 
 

Comments


© 2024 by Conscious Business.

  • Black Instagram Icon
bottom of page