Müziği Aramak 7: Dinlemek Üzerine
- Emrah Akbalaban

- 13 Eki
- 18 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 14 Eki
Klasik Tanım:
Dinlemek; duyma organıyla işitilen seslere bilinçle yönelmek; işitilen sesleri dikkatle algılamak… Bir müzik eserinin yapı, tını, ritim, ezgi ve duygusal öğelerini kavramak amacıyla, dikkatle ile seslere yoğunlaşmak…
Müzikal bağlamda “dinlemek” ise seslerin yüksekliğini, tınısını, ritmini ve dinamiklerini bilinçle algılamaktan daha katmalı bir eylem. Müzikal farkındalık, titreşimleri yalnızca kulakla değil, bedenin tüm duyuları ile hissettikçe derinleşiyor; diyafram, kemikler, deri... Sonra müziğin akışındaki “pulse”u, yani içte akan temel ritmik nabzı hissetmek de önemli… Diğer müzisyenlerin ifadelerini, niyetlerini ve değişen dinamiklerini an’da duymak ve yanıtlamak, yani icra esnasında sürekli iletişimde olmak çok önemli bir olgu. Bunların yanı sıra sadece çıkan seslere değil, seslerin arasındaki boşluklara kulak vermek… Özetle, sadece sesleri “duymak” değil, onlarla birlikte yaşamak ve kendi iç ritminizi & duygunuzu karşıdakine açmak demek; yani aktif, bedensel ve ilişkisel bir sanat…
Tasavvufi Yorum:
Kuran’ı Kerim’de, Araf suresinin 204. ayetinde şöyle deniliyor; “fe izâ qurie’l qurânu” (Kur’an okunduğunda), “festemiu lehu” (onu dinleyiniz), “ve ensitû” (ve susunuz, sükût ediniz), “leallekum turhamûn” (Ancak böylelikle rahmete erenlerden olursunuz).
Tasavvuf geleneğinde “dinlemek” manevi yolculuğun en temel unsurlarından biri.
Dinleme, yalnızca fiziksel bir işitme eylemi değil, kalbin ve ruhun açılması anlamına geliyor. Kur’an’ın “onu dinleyiniz ve susunuz ki rahmete eresiniz” emri, dinlemenin özüdür ve onun ancak sükutla, yani iç ve dış gürültülerin susturulmasıyla mümkün olduğunu ifade eder. “Az yiyin, az konuşun, az uyuyun” veya “elinize, belinize, dilinize sahip olun” gibi temel doktrinler, hep bu içsel sükutu ve dinleyiş halini mümkün kılmak, nefsi saflaştırmak ve “Gerçek’e ayna olabilme” kapasitemizi artırmak içindir.
Tasavvufi açından “sohbet”, sükut etmeye en çok ihtiyaç olunan ve dinlemenin en derin tezahür ettiği alanlardan biridir. Mutasavvıflara göre sohbet, mürşidin dilinden Hakk’ın hitabının duyulduğu bir meclistir. Sohbet sadece belirli bir konunun dinleyenlere aktarılması veya doğaçlama bir diyalog değil, sessizliğin paylaşılması, meşk, dua, zikir vs. her türlü formda tezahür edebilir. Tıpkı müzikte olduğu gibi, sohbet zihinlerin ve kalplerin katılığını bıraktığını, ruhların birleştiği, cem ettiği, üretken ve son derece lezzetli bir muhabbet, bir diyalog anıdır. Bu diyalog (dia-logos) Logos’a yani ilahi kelama aracılık eder. Burada dinleyen kişi, yalnızca sözcükleri değil, sözün arkasındaki ilahi nefesi işitir. Dinleme tabiri caizse bir ibadet haline gelir.
“Padişahın rebab dinlemesinden maksad, hitab-ı ilahiye olan iştiyakinden idi” (Hz. Mevlana)
Yani gerçek dinleyiş, Allah’ın hitabına duyulan özlemden doğar. Bu dinleyişte insan, söze değil, sözün sahibine yönelir; kelam veya kelamın aktarıldığı müzik -ve hatta dans vb. diğer sanatsal formlar- artık bir vasıta olur.
Bir sema ayinin başında üflenen neyin açtığı kalp alanında, bir Hint-Pakistan Qawwali müziğinin yüksek & ritmik akışı içinde kutsal sözcüklerin tekrar edişinde, aşk ile okunan bir Bektaşi nefesinde, bir gregoryan manastır ritüelinde, ustaların bir araya geldiği bir caz ‘jam session’ının en doruk noktalarında benzer tadı görürüz; o kendini “bırakma”, zaman içinde “zamansızlaşma” ve derin “muhabbet” hissi… Sözün, bestenin, ritmin vs. sadece Hakikat’i anlatmaya araç olduğu o an…
İçsel Sükutu Araştırmak
Bilmem katılır mısınız; gerçekten “çok” konuşuyoruz.
Bir düşünün; haddimiz var mı yok mu düşünmeden, her fırsatta, her konuda… Dışımızdan değilse de içimizden, düşüncelerimizle, analizlerimizle, fikirlerimizle, inançlarımızla, yargılarımızla… Kendini ifade etmeye çalışan onlarca ‘ben’in mekanik sesleri birbirine karışıyor içimizde. Kaotik bir ilkokul sınıfı gibi zihnimiz; konuşanların adını tahtaya yazmak dışında bir işlevi olmayan sınıf başkanı “içsel gözlemci” de sınıfı susturamıyor gibi..? Roland Barthez öyle demişti; «çağımızda faşizm susturmak değil, konuşmak zorunda bırakmaktır»… Kendi kendimize zulmediyoruz aslında.
Oysa susmak… Dinlemek…Duyduğunu kendi mantığına uydurmaya çalışmadan, kendini açıklamaya çalışmadan, eleştirmeden, haklı – haksızın ötesinde dinlemek… «Evet, ama…»lar olmadan dinlemek… Diğerine ‘katılmak’ & ‘onaylamak’ zorunda da olmadığı bilerek dinlemek… Bir salyangoz ağırlığında, nefesini duyarak, derinleştirerek ve yavaşlayarak dinlemek, eşlik etmek… Göz göze bakmak... Hiçbir şey söylemeye gerek duymamak… ‘Onay beklemeye’ de gerek duymamak… Birazcık susarak ifade etmek kendini, gece sessiz bir denize çıplak dalar gibi, konuşmadan anlaşmak…
Ötekini dinlemenin 4 seviyesi olduğundan bahsedilir.
İlk aşamada insan, aslında başkasını değil, kendi zihninin yankısını dinler. Karşısındaki kişi konuşurken bile iç diyalog hiç susmaz: “Ne cevap vereceğim?”, “Bu bana ne ima ediyor?”, “Haklı mı, haksız mı?” gibi düşünceler bir perde oluşturur. Kişi daha karşıdaki konuşurken ne söyleyeceğini düşünür, tartar. Bu seviyede dinleme, dış dünyanın bir yansıması değil, iç dünyanın projeksiyonu gibidir. Bir nevi “film perdesi”ne dönmüşsündür; başkasını değil, kendi yansımalarını izlersin. Örneğin bir tartışmada biri seni eleştirdiğinde, aslında o kişiyi değil, kendi değersizlik korkunu duyarsın. Ya da bir övgü geldiğinde, gerçekten o sözü değil, kendi onaylanma açlığını dinlersin.Bu seviyede dinleme, tepkiseldir — anlayış değil, savunma refleksi devrededir. Tasavvufi dille söylersek, henüz “nefs-i emmare” düzeyindedir kişi: duyan kulak değil, konuşan egodur.
İkinci aşamada dinleme, artık duygusal yansımalardan bir nebze arınmıştır; kişi anlamaya çalışır, ama hala aklın tartı terazisinde dinler. Mantık arar, neden-sonuç ister, ölçer, biçer, kategorize eder. Bu seviyede dinleme bir tür “müzakere”dir — bilgi alışverişidir ama varlığın değil, zihnin diyaloğudur. Örneğin bir arkadaşın yaşadığı duygusal krizi anlatırken sen çözüm ararsın: “Şöyle yapsan daha iyi olurdu”, “Aslında sorun şuradaydı” gibi… Oysa karşındaki “çözüm” değil, sadece “şahitlik” ister. Sen ise hala düzeltmeye çalışırsın; hem onu hem kendini. Bu seviyede dinleme, zihinsel olgunluk kazandırır ama ruhsal derinlik kazandırmaz. Bilimsel, analitik, terapötik dinleme genellikle bu düzeydedir. Tasavvufta buna nefs-i levvame mertebesi denk düşer: kişi kendinin veya ötekinin durumunu, nerede takıldığını, neye ihtiyacı olduğunu bir düzeyde analiz edebilir ama hala akılla, yargıyla düzeltmeye çalışır.
Üçüncü seviyede dinleme bir empati haline gelir. Yani artık sadece söylenenleri değil, söylenmeyenleri de duymaya başlarsın. Karşındakinin kendi gerçekliği içinde biricik olduğunu bilirsin. Her insanın farklı bir mizacı, motivasyonu olduğunu idrak edersin. Yargılamak yerine kabul, düzeltmek yerine şefkat, savunmak yerine anlayış doğar. Burada dinleme, bir kalp eylemidir. Birini dinlerken onun hikayesinde kendini değil, insanlığın ortak özünü görürsün. Kendini sevmeyi de öğrenirsin, çünkü başkasını olduğu gibi kabul etmenin yolu kendini olduğu gibi kabul etmekten geçer. Örneğin bir dostun acısını anlatırken, “keşke böyle olmasaydı” demezsin. Sadece yanında kalırsın, sessizce. O sessizlik, bazen bütün sözlerden daha şifalı olur. Bu düzeyde sevgi, nedensizdir. Birine değil, “varoluşa” duyulan bir saygıdır bu. Tasavvufta bu hal, nefs-i mutmainneye yaklaşır: yani içsel sükun, kabul ve teslimiyet haline…
Dördüncü seviyede ise dinleyen tabiri caizse “yok olur”, yani tümüyle çıkarsız, beklentisiz, nötr bir şekilde varsındır. Dinleyenle dinlenen arasında bir “birlik” hali doğar. Artık dinleyen, sesi değil, sesi var eden kaynağı duyar. Alan sezgisel olarak dinleyene şefkatin farklı bir boyutunu açar; ötekinin (veya kendinin) “ne hissettiğinden çok neye ihtiyacı olduğunu” görmek gibidir bu. Onun için sadece empati boyutunda kalmaz, yeri geldiğinde dinlediğin kişiye “senin için, sana rağmen” diyerek -zorlayıcı da- olsa aksiyona davet edebilirsin. Bu tıpkı bir annenin evladına acı da olsa iyileşeceğini bildiği için bir şurubu içirmesi gibidir. Veya ‘kendim için, kendime rağmen’… İşte o zaman “adım atabilmek” mümkün hale gelir, içsel onayın çok güçlü duyulur olur. Bu seviyede dinleyen bir mürşid, müridine baktığında sadece kelimeleri değil, onun varlık titreşimini hisseder. Bir anne, bebeğinin ağlamasında sadece sesi değil, onun ruh halini duyar. Bir müzisyen, melodide notaları değil, sesin kaynağındaki sessizliği, yahut “sessizliğin ses olarak ifade buluşunu” dinler, ki aynı şeydir…
Özetle dinleme, bilginin transferi değil sadece, bilincin dönüşümüdür. İlk seviyede insan kendi sesine hapsolmuştur. İkincide anlamın ağına takılır, Üçüncüde kalbin frekansına geçer. Dördüncüde ise bütünüyle sessizlik olur. Empati bile aşılır; bensiz, bedensiz, kulaksız bir yerden tanık olmak gibidir. Sufiler buna “altı yönden işitmek” derler. Belirli bir subjektif kimliğin zamana ve mekana raptiyelenmiş göreli penceresinden değil de, adeta ruhun her açıdan algıyan kulaklarıyla algılamak…
Bu seviyede dinlemek için ne gerekir?
Sağlam bir “aktif dinleme” tekniği mi? Sanmıyorum. Bir “teknik” gerekse o zaten dinleme olmazdı. Bir şekilde ölçüp biçme veya bildiğine uydurma olurdu. Hz. İsa’nın bir cümlesi var; “neyle ölçerseniz onunla ölçülürsünüz” buyuruyor. Aslında dinlediğimiz kadar varız. Can kulağıyla dinlemek diyorlar ya; işte ölçüsü Hakk olan yani 360 derece olan bir dinlemeyi ne kadar becerirsek, hayat da bizi o kadar dinliyor, o kadar genişliyoruz, kendimizi tanımladığımız dar bahçelerin ötesinde çiçek açma şansına erişiyoruz, potansiyelimizi körüklüyoruz ve aslında yeniden doğuyoruz.
«Derin dinleme hem dinleyici hem de konuşmacı için mucizevidir. Birisi bizi açık kalpli, yargılayıcı olmayan, yoğun bir ilgiyle dinlediğinde bizi, ruhlarımız genişler, dönüşürüz…» (Sue Thoele)
Bir çalışmada katılımcılara «Ne zaman / ne olunca birinin seni ‘derin’ dinlediğini hissedersin?» diye sormuştum. Gelen yanıtlara baktığınız zaman siz ne hissediyorsunuz?
Karşı taraf sözleri ve gözleri ile o anki duygularımla bağ kurduğunu hissettirdiğinde…
Jest ve mimikleri ile duygularımı gördüğüne dair içsel onay aldığımda…
Kalbini ve duymak için alanını açtığını kalbimde hissettiğimde…
Sözlerim karşı tarafta bir yankı oluşturduğunda…
Daha iyi anlamak amacıyla sorular sorduğunda…
Derinden etkilendiğini hissettirdiğinde…
Anlaşıldığımı hissettiğimde…
Kalpten konuştuğunda…
Sadece konuşmak için konuşmadığında, güzel yerlerde güzel susabildiğinde…
Gözümün içine sessizce baktığında, beni kesip müdahale etmediğinde…
Hiç lafımı kesmeden, kendinden bir örnek sunmadan dinlediğinde…
Kısık sesle bile konuşsam kendi sesimi duyduğumda…
Beni tavsiye vermeden dinlediğinde…
Sessizliğimi de dinleyebildiğinde…
Cevapsız kaldığında…
Zihni tamamen o ‘an’da olduğunda…
Öteki bana ‘ayna’ olduğunda…
Sadece ‘orada’ olduğunda…
Yanıtlar beni temel bir noktaya getirdi; ilgi.
Derin ilgi...
“Oku” ile başlayan ilk ayet sizi “alaka”dan yarattık diyor. “Ne alaka?” diyeceksiniz. Düşünün, birine & bir şeye derin ilgi & alaka beslediğinizde, onu “derin dinlemek” için ayrıca çaba sarfeder misiniz? Muhtemelen hayır; hem onun her hali size kendiliğinden okutulur hem de sizin o ilginiz karşıdakinin içini açtıkça açmasına vesile olur. İlgi, yumurtayı yani gizil potansiyeli dölleyiverir.
Kainatı yaratan, İnsan'ı yaratan bir şey şu “ilgi”... Yaratıcının maddi aleme tecellisi değil yalnız, tenezzülü... Büyük Usta'nın Çırak'ını dinlerken konuyu hiç bilmiyormuş gibi yapıp, “aaa öyle mi?” diye hayretlenip de heyecanlandırması & şevke getirmesi misali. Neticede de olan bu sanki; tüm alem dile gelip O'na O'ndan bahsetmek telaşında değil mi?
O halde sormak lazım kendimize. “İlgilenebilen” & “alaka” besleyebilen biri miyim? Yüzeysel değil de “derin ilgi”... Hem zeka ve olgunluk göstergesiymiş biliyor musunuz bu. (İş filozofu olarak betimlemeyi sevdiğim Chris Arygris'ten...)
Her şeyle ilgimizi yavaş yavaş yitiriyor gözüktüğümüz bu çağda güçlü bir hatırlatma…
«Günlük konuşmalarımızda çoğunlukla şu ifadeyi kullanırız: onu anlıyorum fakat onunla aynı fikirde değilim. Çalıştığımız sistem açısından bu mümkün değildir. Bir insanı anlarsanız onunla aynı fikirde olursunuz; onunla aynı fikirde değilseniz onu anlamamışsınız demektir. Bu fikri kabul etmek zordur ve bu da bu fikrin anlaşılmasının zor olduğu anlamına gelir.» (George Gurdjieff)
Madem dinlemenin dört seviyesinden açıldı konu yukarıda, onunla paralel olarak bir de “kendini dinlemenin” dört seviyesine bakalım şimdi;
Birincisi bedeninde olup bitenleri “gözlem” yetkinliği… “Sensation” yani duyu/sal düzeyde tanıklık geliştirme kapasitesi... Kendini dinlemenin bu ilk katmanı, duyular aracılığıyla bedende olup biteni fark etmekle ilgili. Bu, “bedenimin bana ne anlattığını duyabiliyor muyum?” sorusunun alanı. Kasların gerginliği, nefesin derinliği, kalp atışının hızı… Hepsi iç dünyanın yankıları, çoktandır biliyoruz bunu. Hastalıkların psikolojimizle ilişkisini vs. Unutmamak lazım ki tasavvufta beden “emanet”tir; dahası ruhun sembolüdür. Bedenin mimarisi, kozmosun mimarisidir. Onunla kurulan bu farkındalık bağı, nefsi ve Allah’ı tanımanın ilk adımıdır. Yani sadece “bedensel duyumları” fark etmek değil, onların ardındaki duygu ve anlam titreşimini sezmek son derece kritiktir. Yolculuğun daha bu ilk adımında bile ne çok şey var değil mi fark etmemiz gereken? Sonsuz…
Sonra “concentration”, yani odaklanma gelir. Bu, “iradi dikkat”in doğduğu aşamadır. Yani dağınık zihni bir merkeze toplamakla ilgilidir. “Ağrılarıma çok odaklanıyorum" gibisinden, bir şeylerin zihinsel enerjini sürekli “çalması” değil bahsedilen, bilinçli ve iradi olarak bir yerde, bir içsel tutumda, bir boşlukta, bir zikirde vs. kalabilme yetisi… Yani “nesneni” seçebilme ve onunla beraber olabilme gücü… Yani dinleme artık bir “seçimdir”; “nereye yönelirsem orası büyür” yasasını fark edersin. Tasavvufi pratiklerde zikir, tesbih, nefes farkındalığı veya bir dua cümlesiyle kalabilme, -az da olsa sürekli şekilde olmasının tavsiye edilmesindeki temel mantık budur belki- bu yetkinliği güçlendirir.
Üçüncüsü “meditation” yani dalınç hali. “Gözlerimi kaparım uzaklara dalarım” değil sırf, zihnin “nesnesizleşmesi”. Yani bir "şeye" odaklanma değil, odağın “odaklanana” doğru “şeylerden” peyderpey geri çekilmesi… Zihnin yavaş yavaş kendini aşması, düşünce dalgalarının sönmeye başlaması… Burada dinleme, bir çaba değil, bir hal olur.Sufiler buna “sekr” (kendinden geçme) ya da “sükun” derler. Bu bir anlamda abdest’tir de… Namaz yani yakınlık öncesi fiziksel temizlik ve zihinsel arınma…
Bir de “contemplation” var. Türkçe tam karşılığını bilemiyorum. “Tefekkür” diyelim. Bilmem aynı anlama gelir mi, ama bu kavramı seviyorum. Nedir tefekkür? Uzun uzun düşünmek midir? Sezgisel bir kanaldan dalıp gidip mana okyanusundan inciler getirmek midir? Dinlemenin bu en üst aşaması bize ne ifade eder? Derler ki tefekkür, düşünmekten öte bir “görme” halidir. Artık dinleme, varlığın kendisine yönelir. Bir yerde “varlık Rahmet'tir” der İbn Arabi Hz. Her varolanın bu Rahmet'in bir kelimesi olduğunu bilme, bildikçe sevme, sevdikçe şükretme ve basitçe teşekkür etme haline tefekkür diyebiliriz belki. Tanımlardan bir tanım işte... Ama önemli olan bu adımın neye benzediğinden, tekniklerinden vs. çok “yapan eden ayrı bir ben” algısının yerini birlik hissine bırakması… Sadece hissine de değil üstelik; tutumuna, tavrına, eylemine de…
Kadim Hint kaynaklarında da varlığı dinlemenin dört seviyesi aşağı yukarı üstteki bağlamda aktarılır. Yine maddi olandan manevi olana doğru bir yolculuk bakış açısıyla bu seviyeler şöyle yorumlanır;

Tablo: Kadim Hint Bilgeliğinde Dinlemenin Dört Seviyesi
Görülebileceği üzere ister kişilerarası iletişimde olsun, ister kişinin kendine olan yolculuğunda olsun, isterse de kainata kulak verme olgusunda olsun, bu dört seviye aynı hakikatin farklı yorumları gibidir ve bizim daha önce aktardığımız süreç teorisi ile de birebir paralellik göstermektedir.
Buraya kadar hep dinlemekten söz ettik; ya soru sormak?
Dinlemenin mümkün hale gelmesi için soru sormak şart değil mi?
Bizim bir sorumuz var mı? Gerçek, samimi bir soru? Soru/n değil illaki. Hatta “cevabını” bilmediğin bir şey de değil; zihni fazlasıyla tatmin eden yanıtlarını & çözümlemelerini vs. kitaplardan okuduğun, bildiğin, hissettiğin bir şey olmasına rağmen, yine de o konuda okkalı bir soru! “Gökyüzü neden mavi anne?” İşgüzarlıktan değil, bildiğini göstermek için hiç değil, “bilinmeyenin” kışkırtıcı davetine uymak, orada beraber kaybolmak, o kaybolmuşluktan tarifsiz bir lezzet almak için. Anlatabiliyor muyum?
Sorusuz bir soru hem de! Cevapsız bir cevaba gebe.
Zen'e bağladık yine...
Çünkü düşünce ancak “bilinen” şeyleri düşünebilir. Doğası gereği döngüseldir. Aslında bir anlamda kördür, gören o değildir. Yapay zeka gibi, kendi kendine girdi sağlayıp bunlardan sonuçlar çıkarmaya başladığı ölçüde halüsinasyonlara açık hale gelir. “Gerçek” ise, bir “adlandırılamayan” yani “Hu” olarak ancak kısmen deneyimlenebilir! Belki tam da bu noktada dinlemek demek, eylemek demektir. Yani en derin dinlemenin faaliyet içinde mümkün olduğunu söylüyorum! Bunu en iyi kendi deneyimlerimizden biliriz; bir şeyi öğrenme sürecinde deneyimin içine atıldığımız, yandığımız, zamanla pişmek zorunda kaldığımız o kutsal anların binlerce kitaba bedel oluşunu hatırlayın…
“Gerçeklik düşünce ile bilinemez ama eylemle bilinebilir. Düşünme sadece düşsel bir fenomendir. Eylemde bulunduğun an ise gerçekliğin bir parçası olursun. Gerçeklik etkinliktir, eylemdir. Düşünmek ise sadece küçük bir alanı kaplar. Eyleme geçtiğinde bütünsel olursun, yaptığın her ne olursa olsun bütün varlığını içerir. Düşünce ise zihninin bir bölümünde gerçekleşir, varlığının tamamı sürece katılmaz. Sen olmadan da düşünce otomatik bir süreç olarak devam edebilir. Bunun derin bir şekilde anlaşılması gerekir. Bu, gerçeğin arayışında olan ve başka birşeyin arayışında olmayanlar için en temel şeylerden birisi. Din ve felsefe burada birbirlerinden ayrılırlar. Din eylemdir, felsefe düşünmektir.” (Osho)
Bilinmeyene, Rahmet’in kaynağına doğru bir deneyimin kapısı ise ancak güçlü bir soru ile açılır. Malum, ağlamayana meme vermezler. Soru sormak diyoruz ya, “dua” etmektir aslında bu; dertli bir niyaz ile, yakarış ve teslimiyet ile dinleyen koca bir kulak kesilmek, rahim olmak, ki böylece rahmete vesile olmak.
Yani eninde sonunda O’na “mecbur” olduğunun farkına varmak.
Bursa'da Tezveren Dede'nin kabrinin hemen üstünde de böyle yazıyor; “Allah'ım ben sana mecburum”... İllaki öyle “yandım, yakıldım koş yetiş” eyvahlanması değil belli ki bahsedilen; bir “ens necessarium”, yani “zorunlu varlık” olarak insanın Kendi'yle, dolaysız başbaşa kalakalması ... ve bu halin tahayyülü imkansız “sorumluluğunu” sonsuz bir mütevazilikle kucaklaması demek biraz da!
“Kendi yok oluşuna inanmak olanaksızdır.” (Soren Kierkegaard)
İşte tam da bu birlik noktasında dinlemek, konuşmak da demektir. Susmak, eylemek de demektir. Kadın, erkek de demektir. Zıtlıkların bitiştiği (ancak zahiren karışmadığı da) bir berzah...
B.
Bişnev.
Dinle...
Ney’i Dinlemek
Malum, ‘dinle’ diye başlar Hz. Mevlana’nın Mesnevi’si…
“Dinle, bu ney neler hikayet eder,
Ayrılıklardan nasıl şikayet eder.
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan
Erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir.
Ney gibi hem zehir hem panzehir;
Hem demsaz hem müştak bir şeyi kim görmüştür.”
Hz. Mevlana
Dinle ve gör her cüz, her parça nasıl da arıyor küll’ü, bütünü…
Dinle, nasıl da dinlenmek istiyor ilahi annesinin dizinde yeniden, başını koyup uyumak bin yıllar süren mücadeleden sonra…
Dinle, kim konuşuyor her perdenin ardından da kaldırdığında kayboluyor gözden, aratıyor kendini sokak sokak, kelime kelime, gece gündüz demeden…
Dinle, nasıl cezbediyor kendi özüne hasret kalanları o yönsüz ve her yönden gelen ilahi Söz…
Görünmeyen ama bi’zatihi her gözden gören o sessiz bakış…
Elle tutulamayan & ölçülemeyen mesafesiz yakınlığıyla, o yüce Aşık, Aşk ve esas Sevgili…
Dinle, nasıl da ısıtıyor, yakıyor ışığına doğru gelenleri, ateşine dokunanları ve dahi ona dalanları; abdalları, gerçek aşıkları… Nasıl da aşık ediyor, hayran bırakıyor aşkına…
Kül ediyor… Kendine benzetiyor…
Bir şey var işte; hem “var” hem “yok”, ne “var” ne “yok”, çeliveriyor aklını…
Kendinden kendine bir saklambaç “oyunu” bu…
“Ben yüz bin teni olan canım. Can nedir? Ten nedir? Can da ten de benim. Hani birisi var ya! O da benim, ona hoş gelsin diye kendimi zorla bir başkası haline getiriyorum.” (Hz. Mevlana)
Oyun da olsa yoruyor bazen, hem de ne yorgunluk; depreşiyor yalnızlık, sanki artıyor bir ilüzyon da olsa o “uzaklık”.
“Saklanmak zevklidir, bulunmamak felaket”… (D.W. Winnicott)
Bazen de “uzaklık” görünenin içinden düpedüz bir yakınlık peyda oluveriyor, coşturuyor yüreği, ıslatıyor göş yaşlarıyla bedenini göz yaşlarıyla, yumuşatıyor, ılık ılık…
“Varlık ve yokluk hep O’dur. Sevinci ve kederi hasıl eden hep O’dur. Sende görecek göz yok ki, tepeden tırnağa kadar hep O’ndan ibaret olduğunu görebilesin…” (Hz. Mevlana)
“Tüm kainatı senin için yarattım” diyen bir yaratıcıyla, “tüm kainatı senin için terk ettim” diyen bir peygamber arasında, “ilk” ve “son” arasında, her ne meydana geldiyse ve geliyorsa, bilse de bilmese de bu akışın, bu kendi Öz’üne çekilişin nehrine katılıyor.
Dinle, sadece erenler, evliyalar, aşıklar, Guru’lar vs. değil, her şey ama her şey kendince O’nu anıyor, her zerre kendi varlık kabının flüdünü üflüyor. Tek tip değil yaşam, düşün ki her nefes adedince yol olduğu gibi, türlü türlü de arayış ve yol yürüyüş var! Tende arayanlar, canda arayanlar, yerde arayanlar, gökte arayanlar, aramayanlar, aramamayı arayanlar… Ne halde olursa olsun, biliyorum ki bu arayış panayırında her şey de aslında temelde O’nun tarafından aranıyor! Siren seslerini dinle! Devirler öncesinde çoktan yola çıkmış ve seni almaya gelen göksel memurlar “verdiğin sözü hatırlatmak için” geldiğinde, onlara çok da direnme…
“Aradığın da seni aramakta!” Hz. Mevlana
Hz. Mevlana’nın Mesnevi’sinin ilk beyti ile başlayan üstteki satırları öylece, kendiliğinden bir akış olarak yazdığım gün (tarih 25 Eylül 2025) merhum Yavuz Çetin’in akustik bir albümü çıkmış piyasaya. Albümü açmış dinliyordum. Yazarken arkada tam da şu şarkı dönmeye başladı;
“Göklerin altında her şeyin bir mevsimi var.
Beklemekten yorgunsun biliyorum.
Bazen kışlar uzun sürer bitmez gibidir.
Ümitsiz olan yalnızca sen değilsin.
Toprak susuz kalır bazen tomurcuklar açmaz
Ama birden bir yağmur yağar yeni bir hayat başlar
Baharın kokusu götürür seni başka alemlere
Bir de yaz gelsin, o zaman gel gör kendini.
Şans bizden yana bu yaz, inan bana
Ait olduğumuz bir yer var, bulacağız en sonunda.”
Yavuz Çetin
Tefavuk işte…
“Müzik melekleri” kendilerinden bahsedildiğini duyduğu için bir takım işaretler yolluyor diye bakabilirsiniz, “olur öyle şeyler, anlam yükleyip, büyütme” de diyebilirsiniz. Her halükarda Yavuz Çetin gibi naif bir ruhun, bu metne tam da vaktinde konuk olmasından çok memnunum. Aldanılmasın görünene, kim bilir ne saklıyor kalbinde, kim söylüyor satırlarından, kime söylüyor… Ne arıyor ruhu…
Bir gün bir dergahın kapısına birisi gelmiş. Elinde bir içki şişesi, zil zurna hali. Gidecek başka bir yeri yokmuş. Şeyhin desturuyla yatacak bir yer vermişler. Bir güzel yapmışlar yatağını, şişesini de yine şeyhin isteği doğrultusunda yanı başına koymuşlar. Sabah olmuş, adam uyanmış. Nerede olduğunu anlayana kadar bir süre geçmiş tabii. Bakmış ki şişesi orada. Şaşırmış, etkilenmiş de. Biraz biraz hizmet etmeye başlamış dergaha. Günler olmuş, kalbi ses etmiş adama, “tamam” demiş; “tut şu dervişlik yolunu…” Niyaz etmiş, kabul görmüş. Hemen bir hizmetle mükafatlandırılmış. Diğer dervişandan kimileri de şaşkınlığını gizleyememiş tabii, “böyle düşkün, sarhoş bir adam, nasıl olur da hemen dervişliğe kabul edilir, hemen hizmete layık görülür, dün bir bugün iki…” gibisinden… İş burada da bitmemiş, aylar sonra, çok kısa bir süre içinde bu adama Allah’ın izniyle halifelik verilmiş. Anlayacağınız hakikatine ermiş yani adam, kendini bilmiş, kurtulmuş. Kıskançlığını ve şaşkınlığını gizlemekte zorlanan dervişan, bir fırsat yakalayıp bu olayı şeyhe soruvermiş; “biz yıllardır buradayız, hizmetteyiz, şeriatı, tarikatı, usulü, erkanı elimizden geldiğince takip edenleriz, o buraya yeni geldi, üstelik istenmeyen bir haldeydi, nedir bu işin sırrı?” diye... Öyle soruya, böyle… Şeyhin cevabı şu olmuş; “onun elinde bir tek şişesi vardı, kırdık, işitti, itaat etti, Rabbi ile kaldı çok şükür. Ya sizin kaç şişeniz var?”
Ya bizim kaç şişemiz var? İçimizde kaç put var daha kırılmayı bekleyen?
İşte gerçek dinleyenler onlar; her şeye rağmen her zerrenin içindeki o kırılganlığı, arayışı, elinden gelenin en iyisini yapma çabasını duyanlar. Duymakla da kalmayıp o duyguları doğru kanala akıtmalarına vesile olanlar. İçimizdeki putlara işaret eden ve bazen bir bebeği tıpışlar gibi, bazen de elinde asa ile putları kırar gibi, bizleri, yolda olanları büyütenler.
Gerçek dinleyenler; her farklılığı tanıyan, gören, bilen yani her sesi duyan ve her sesi büyük kozmik senfonide ait olduğu yere, makama göre değerlendirenler. “Birlik” namına seslerin ayrımsızca, bir çorba gibi üst üste bindiği bir kakofonidense, her sese kendine ve birliğe yaraşır bir şekilde ayrı ayrı muamele edilen incelikle dizilmiş bir senfoniyi aşk ile icra edenler. Çokluğun içindeki birliği, seslerin içinde sessizliği işiten ve fakat birliğin çoklukla, sessizliğin seslerle mümküne gelişinin farkında olanlar. Herkesin içindeki en güzel sesi arayanlar, onu açığa çıkarmak isteyenler.
Gerçek dinleyenler; bir sarı çiçeğe soru sorup, dediklerine kulak verip, “çiçek eydür…” diye bizlere aktaranlar. Bir papatyacığı dalından koparmaktan çekinip, soranlara “Allah’ı zikrediyordu, nasıl koparayım” diyenler… “Günümüzde çoğunlukla dalında olgunlaşmadan koparıyorlar, zikrini tamamlayamıyorlar” diye meyve yemeyi bırakanlar… Romantik sözler gibi gelebilir bahsettiklerim, ancak “derin” dinlemeden konuşuyoruz. İncelikten, hassasiyetten, duyuştan bahsediyoruz. “Şairane bir duyarlılık” değil sadece söz konusu olan, gerçekten her zerrenin ince ince söylediği varoluşsal şarkının manevi kulaklarla işitilmesi meselesi… Yani psikolojik değil, ontolojik bir mevzu…
Bir dergahta bir gün büyük bir yemek verilecekmiş, lokma da hazırmış, fakat bir sebepten misafirler gelememiş. Yemek iptal diye düşünmüş dervişler, sofrayı kurmamayı teklif ederlerken Dede “kuralım” demiş; “misafirler gelmese de hazır edelim, biz oturalım başına, çünkü tüm o lokmalar da Cemal görmek ister”… Gerçek dinleyenler belki de böyle her şeyin gerçek, olgun İnsan’la buluşmak, onun cemalini seyretmek ve İnsan’a katılmak, İnsan’laşmak iştiyakiyle titreştiğini duyanlar…
“Nerede bir kulak varsa, o kulak sahibine yol gösterici bir göz olur. Bu hal, taşın yeşim gibi değer kazanmasına benzer.” (Hz. Mevlana)
Meşhur bir aşramda, öğrencilerine ihtiyacı olan mantrayı veren bir usta yaşarmış. Öğrencileri bu mantraları yıllarca zikreder, gözle görülür gelişmeler kaydedermiş. Çok meşhurmuş bu yer, dünyanın her yerinden arayışçılarla dolup taşıyormuş. Aşramın mutfağında çalışan köy ahalisinden biri varmış. O da çok istemiş kendi mantrası olmasını, ancak diğer öğrenciler gibi değilmiş pek; kulak misafiri oldukları dışında öğreti ile ilgili hiç şey bilmiyormuş. Diğer öğrenciler aşrama kabul edilmek için zorlu sınavlar verirken, o bunlara uzak olduğu için o ustanın gözüne de girecek fırsatı bulamazmış. Sebzeleri güzelce temizlemek, doğramak, bulaşıkları yıkamak ve mutfak düzenine yardımcı olmak dışında kendisinden bir şey beklenmiyormuş. O da çözümü, ustayla yakından ilgilenmekte bulmuş; bir şeye ihtiyacı var mı diye önünde arkasında dolaşıp durmuş yıllarca, yıldırırcasına... Ama nafile. Girememiş bir türlü gözüne. Bir gün bir plan yapmış. Ustaya gece yatmadan önce ishal yapıcı bir şerbet ikram edecek, tuvalet kağıtlarını da gizlice ortadan kaldıracakmış. Usta gece yarısı tuvaletteyken, en ihtiyaç duyduğu anda imdadına yetişip, bir şekilde ilgisini çekecekmiş. Planı tutmuş! Usta gece ishal olup tuvalete kapanınca o da kapısının önüne yatıvermiş. Fakat usta beklenmedik bir anda, sinirle kapıyı açıp, ona basıp tökezleyince «yine sen!» diye bağırmış! «Yine sen!» Bizimki şükranla ustanın ayaklarına kapanmış, çünkü mantrasını aldığını sanmış. Ertesi gün aşramdan ayrılmış, düşmüş yollara, dilinde «yine sen» ile. Her gördüğü şeyde «yine sen» mantrasını söylemiş; ağaca, kuşa, dereye, buluta, her yere bakıp, «yine sen»… Velhasıl yolda geçen ayların ardından bir köye varmış. Köyde onun bu dervişane tipini görenler, ölüm döşeğindeki bir hasta için dua edivermesini istemişler. O da varmış hastanın yanına, etmiş duasını. Hasta sabahına iyileşivermiş. Hasta şaşkınlık içinde, dile benden ne dilersen deyince, «bana mantramı veren ustamla tanışmanı dilerim, sana da ihtiyacın olanı verecektir» demiş bizimki. Neyse, hasta varmış aşrama, ustaya bu olaydan bahsetmiş. Usta, bu dervişin kim olduğunu merak etmiş tabii. Öğrenince de, sessizce aşramı terk edip gitmiş…
İşte böyle - derin dinleyenler; Usta’sının verdiği mesajı “yanlış anlayıp” da kendi mantrasını bulanlar… İyi niyetli düşünenler. Kendini aramada samimi olanlar… Söyleyene değil, söyletene bakanlar…
“Can ve gönülde, yani kalpte hakikat coşkunluklarını kaldıracak takat ve kulakta da bunu işitecek istidat (yetenek) yoksa, ben ne söyleyeyim?” (Hz. Mevlana)
Bu Faslı Kapatırken “Sonsuz Şimdi” Hakkında Birkaç Söz
Düşünün, bir denizde sırt üst uzanmışsınız, bulutları seyrediyorsunuz. Sizi suyun üstünde tutan sadece yattığınız yer kadar bir su parçası mıdır? Veya yürüyorsunuz yolda; sizi ayakta tutan ayak tabanlarınızın altındaki alan mıdır sadece? Hayır, geri kalan “boşluk”, faydasız görünmekte beraber sizi ayakta tutanın ta kendisidir. “Tekerleği döndüren ortasındaki mildir, boşluktur” diyor ya Lao Tzu, o hesap…
Dahası, derin düşününce bu zemini “bölmek” de pek mümkün de değildir; koca bir dünya hatta onun da içinde yüzdüğü koca güneş sistemi, galaksi, kainat ve ardındaki o nihai adlandırılamayan… Tüm bir Varlık’ın “beraber”, “bir” varoluşudur & hareketidir seni tam da bulunduğun yerde, şimdi-de destekleyen.
“Gerçekliğin, her biri “şimdi” olarak tecrübe edilen anlar silsilesi şeklinde var olduğunun ve Kozmos’un daimi açılımının yalnızca şimdide var olarak tecrübe edilebileceğinin farkındalığıdır. Yalnızca şmdide faaliyette bulunarak gerçek faaliyet yapılabilir ve gerçek sonuçlar elde edilebilir.” (Oscar Ichazo)
Tıpkı böyle, müzisyenin farkındalıkla, derin bir duyuşla, dinleyişle titreştirdiği tek bir nota, tüm diğer notaların, komple “müziğin” sesini kapsar bazen. O notaya dünyalar sığar. Bunu sezgisel olarak bilirsin. Akış içinde tek bir nota çalarsın ve o notanın içinde “bütün seslerin & makamların” zevki vardır; doğru anda, doğru yerde, doğru eylemde olmanın sevinciyle müthiş bir tatmin, derin bir bağlantı hissi yaşarsın. Artık kaçırdığın hiçbir şey yoktur!.. Arayış biter. Zaman içinde zamanın dışına adım atmışsındır sanki. İçsel sessizliktir bu…
Bazen de istediğin kadar virtüözce hareketler sergile, kompleks çal, kompleks davran, anlatmak istediğini geçirmek için nota üstüne nota bas, olmaz, geçmez bir türlü karşıya mesajın! Dolu gibi görünür ama boştur tavrın!
Sadece müzikte değil hayatta da böyle değil midir? Bazen sessizce olduğun yerde olmak, bir işi basitçe görmek sana müthiş bir öz doyum sunarken, bazen de takıntılı bir arayışa düşersin. Oraya buraya gidersin, bir çok şey dinler, bir çok şey söylersin ama dinlediklerine, söylediklerine sen bile inanmazsın, tatmin olmazsın. O boşluk hissi daha da büyür. Yorulursun. Sonunda da kötü hissedersin.
Evet, gönülden çalınan notaya tüm güzel ezgiler, gönülden yapılan işe tüm güzel tatminler, gönülden söylenen söze tüm güzel şiirler veya aşk ile okunan tek bir ayete bütün Kur’an-ı Kerim gerçekten de sığar… Tıpkı “yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” demesi gibi Yaratıcı’nın…
Sonsuzluğu sonsuzluk olarak kavrayamayız belki ama onu belirli bir zamanda ve mekanda tek bir cüz’ü içerisinde, sonlular deryasında tek bir damlada bulma şansı verilmiştir bize.
Bu, açımlanan, sonsuz “şimdi”dir.
Zamanın lineer çizgisi üzerinde, geçmiş ve gelecek arasında an’lar içinde bir an değil; tam da zamanın kendisini de doğuran o bölünmeyen mevcudiyet olarak “şimdi” ve “şimdi”nin her türlü otantik ifadesi… Bu ifadenin daha önce bahsettiğimiz gibi eylem içerisinde açılması… Eylemin bu noktada en derin dinlemenin niteliğine bürünüşü…
Bu kavramı biraz daha iyi algılamak için A. H. Almaas’ın “Kutsal İdealar Enneagram’ı” kitabının Enneagram 7 bölümünü okumanızı çok tavsiye ederim. Şöyle diyor orada;
“Kozmosun bütünü saf varoluştur, saf Varlık’tır. Bu yalnızca mevcudiyetin içimizdeki Öz olduğunu değil, fakat her şeyin mevcudiyet olduğunu da fark ve kabul etmek demektir. Mevcudiyet doğrudan tecrübidir; andaki şimdideki bu mevcudiyet Varlık’ın anlamıdır. Şimdideki söz konusu bu mevcudiyet, geçmiş ile gelecek arasındaki bir orta nokta değildir; mevcut an Varlık’ın mevcudiyetine bir kapıdır, lakin o, zaman değildir. Mevcudiyet yalnızca anda varolur; geçmişte veya gelecekte değil. Hatta fiziki gerçeklik bile mevcudiyettir fakat bunu genellikle algılayamıyoruz çünkü onun diğer mertebelerini algılamaksızın sadece yüzeyine bakıyoruz. Bu, soğanın sadece kabuğunu algılayıp diğer katmanlarını yok saymak gibidir, böylelikle soğanın gevrek ve sert olduğunu kabul edip onun yumuşak ve sulu kısmının olmadığına inanırsınız.
Mevcudiyet veya Varlık’ın bir şimdi-lik olarak tecrübe edilmesi fakat söz konusu şimdilik-in zamana ait olmaması oldukça ilginç bir sırdır. Bu şimdi-lik daha çok bir araçtır, fiili mevcudiyettir, Varlık’ın fiili bilinci, fiili cevheridir. Onun var olan her şey olduğunu fark ettiğimizde, onun tüm zamanı ihtiva ettiğini görürüz. Aslında onun zamanın mtesinde olduğunu ve zamanın sadece, onun içinde var olan bir kavram olduğunu anlarız.”
Burada duralım, soluklanalım.
Eğer müzikle uğraşıyorsanız, belki de bu mevcudiyetin soluğunu, şimdi ve burada enstrümanlarımızla ifade etme veya güzel bir şarkıyla işitme vakti, araştıralım.
Neden olmasın, neden beklediğimiz açılım “şimdi” değil de “sonra” olsun, yeter ki inanalım.
Sevgiyle.
EA
Prologue
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.”
Ahmet Hamdi Tanpınar



Yorumlar