top of page

Ey İnsan!*

Güncelleme tarihi: 5 Ara 2023

*Bir Yasin Suresi Okuması:


O en içeriden gelen elçi, hüküm sahibi, söz’ün ilm-i esrarı seni dürtüp uyandırmaya geldiğinde onu işitebilecek misin? Hazır mısın sana senden & öz benliğinden verileni almaya? «Görüyorum, duyuyorum, biliyorum» diyorsun, ya yanılıyorsan? Ya bakış açın çarpıksa, «olanı olduğu gibi değil, olduğun gibi görüyorsan» ve bunu bil(e)miyorsan? Ya yapıp ettiklerin sana güzel gösteriliyorsa?


Bölüm 1: Uyku


«Allah tanıktır ki, [ey Peygamber,] senden önceki çağlarda da [muhtelif] toplumlara elçiler gönderdik: fakat Şeytan onlara (da) yapıp-ettiklerini güzel gösterdi[ği için hakkı inkara şartlanmış olanlar mesajlarımızı dinlemeyi hep reddettiler]; Şeytan [geçmişte olduğu gibi] bugün de onlarla sıkı fıkı; bu yüzden de onları zorlu bir azap bekliyor.» (Nahl, 63)

«Ben dediğimiz şey, gözleri yalnızca önde olan bilinçtir. Arkasında olanları hiç görmez.» diyor Jung kendi bilinçaltını/dışını araştırdığı Kırmızı Kitap’ta.


Evet, kör noktalarımız var; varlığından dahi bihaber olduğumuz, ayrışıp da gözlemleyemediğimiz. Bir kere «iyi» bir insan, «iyi» bir eş, «iyi» bir ebeveyn, «iyi» bir çalışan, «iyi» bir kul, «iyi» bir estet, «iyi» bir arayışçı, «iyi» bir deli yahut «iyi» bir veli olmak için kendimize aşırı yüklenmelerimiz var. Üzerine basıldığında ortaya çıkan, ortalığı kasıp kavuran tetiklenmelerimiz var. Takılı kaldığımız ve onarılmayı beklediğini varsaydığımız yara izlerimiz var. Pek konuşamadığımız ama arka planda bizden habersiz seçimlerimizi yönlendiren varoluşsal korkularımız var. Dış dünya ile ilgili verilerin bazılarını içeri alan, bazılarını almayan zihinsel filtrelerimiz var. Hayatla, hayatımızla, onun ne olduğu ne olması gerektiği ile ilgili şartlanmalarımız, kategorilerimiz var. Kendimizle, kim olduğumuzla veya olmadığımızla ilgili hikayelerimiz var. Hal böyleyken «arkayı» pek göremiyoruz.


Arkayı göremediğimizde, deneyimlerimize arkadan, arkaik olandan, arkhe’den, arketipimizin esas sahibinin gözlerinden bakamamış oluyoruz. Dolayısıyla önümüzü de göremiyoruz. Kendi kendimizi perdeler vaziyetteyiz. Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi, gölgeler alemini gerçek sanıyoruz; üstelik kendi gölgemizle de mütemadiyen kavga halindeyiz.


«Biz onların önlerine ve arkalarına setler çektik ve göremesinler diye üzerlerine perdeler geçirdik.» (Yasin, 9)

‘Dinle Küçük Adam’ kitabında Wilhelm Reich, mutluluğa direnen, hiçbir canlı ifadeye, hiçbir özgür, doğal harekete tahammül edemeyen, kendini ‘özgür’ sanan ancak nefsine kul olmuş ve bunu fark etmeyen «gönüllü» kölelerden bahsederken, işte bu «perdelileri» anmaktadır. Dikkatle okunduğunda bu eserinde günümüz siyasal iktidarının psikolojisini de anlatan muhteşem çözümlemeler vardır. «Neden bağırıyorsun böyle, biliyor musun? Korkuyorsun da ondan!» Böyle der Reich; ister «efendi» olsun ister «köle», bastırılmış insanın ölgün ruhuna uyansın diye iğneler saplar durur tespitlerinde. Elbette belirli bir kesime olduğu kadar, bir ölçüde hepimize söyler sözünü, örnekse;


  • İçimizdeki ‘kibirliye’ seslenir; «servetler içinde yüzüyorsun, lüks bir kalenin içinde yaşıyorsun, ama küçüksün, Küçük Kadın. Küçüklüğün ve değersizliğin kemiklerine işlemiş bulunuyor.»

  • İçimizdeki ‘dilenci’ye seslenir; «Hayatta mutluluk dileniyorsun, ama güvence senin için daha önemli, hatta bunun bedeli bütün yaşamın boyunca baş eğmek olsa bile.»

  • İçimizdeki ‘pragmatiste’ seslenir; «Senin boş, geveze topluluklarında bulunmaktansa, düşünceleriyle baş başa kalmayı yeğlediği için ona asosyal diyorsun. Parasını senin gibi hisse senetlerine değil de, bilimsel araştırmalara yatırdığı için ona deli diyorsun.»

  • İçimizdeki ‘muhafazakara’ seslenir; «Sen, gerçek sevgiden korktuğun için, kendi iş sorumluluğundan korktuğun için ve bilgiden ölesiye korktuğun için, küçük bir vatansever olmak istiyorsun. Bu yüzden, yalnızca başkalarının sevgisini, işini ve bilgisini kullanıp tüketiyorsun, ama sen kendin hiçbir zaman yaratamazsın. Bu yüzden, mutluluğunu karanlık gecede bir hırsız gibi çalıyorsun, bu yüzden, başkalarının mutluluğuna, suratın sararmadan, zehir yeşili olmadan bakamıyorsun.»

  • İçimizdeki ‘korkağa’ seslenir; «Evet, evet, küçük adam, içinde derinlik var senin, ama sen bunu bilmiyorsun. Sen kendi derinliğinden korkuyorsun, ölesiye korkuyorsun. Bu yüzden onu hissetmiyorsun ve görmüyorsun. Bu yüzden derine bakarken, başın dönüyor ve sanki bir uçurumun kenarında duruyormuş gibi sallanıyorsun.»

  • İçimizdeki ‘kör’e seslenir; «Sende gerçek büyük adamı tanıyabilecek his ve göz yok. Onun varlığı, acıları, özlemleri, kavgaları, senin için verdiği mücadeleler sana uzak ve yabancı şeylerdir.»

  • Temel tavsiyesi şudur; «Şöyle bir kendine bak, küçük adam. Kurtuluşunun tek yolu, tek umudun budur; kendine bak!»


İnsanın bu bakar körlüğünü, kendine sıkışmışlığını, uykudalığını, ölü gibiliğini en çok dert edinenlerden biri de «Hakikat dört bir yanındadır, ama sen onu görecek gözlerden yoksunsun.» diyen Osho’dur. Hayatı nefsi dürtüp, provoke edip, kişiyi egosuyla yüzleştirip, sonra da yükseltmeye çalışmakla geçmiş bir provakatör olarak Osho! Şöyle der; «Her insanın içinde en az üç kişilik vardır. Biri gerçekte olduğu ve kendisinin hakkında hiçbir şey bilmediğidir. İkincisi olduğunu düşündüğüdür. Üçüncüsü ise insanlara yansıtmak istediğidir.»


Gerçekte olduğumuz şey olmaktan korkmak ne garip bir paradokstur! İnsan ‘boşluğa düşme’ korkusuyla yavaş yavaş içinde olup bitenleri umursamayı bıraktığında, sadece gündelik işlerine baktığında, içinde başka dışında başka olduğunda, ona «yaşamak» denir mi? Yok hükmündesindir. Kendinle birlikte değilsindir. Uyanık değilsindir. Uyanık olmadığın gibi, daha kötüsü uyuduğunun farkında da değilsindir!


«Onlar da: "Siz bizim gibi insandan başka birşey değilsiniz, hem Rahman olan Allah, hiçbir şey indirmedi. Siz sadece yalan söylüyorsunuz." dediler.» (Yasin, 15)

Belki biraz abartılı bir örnek olacak ama; «deli» bir insanı öyle olduğuna ikna edebilir misin? Çoğu zaman, özellikle tetiklendiğimizde biz normal insanların da hali budur; bir anda derin uykuya dalarız. Dolayısıyla uyanmak isteyen insan her şeyden önce uykuda olduğunu fark etmelidir. Ve bu farkındalık insanın kendine şahit olması ile kazanılabilir; o da nefsin otomatik tepkilerinden ölmesi, yani «şehit» olması ile…


Bu noktada biraz da «çağdaş insanın en büyük trajedisi iç köleliktir ki bu dış kölelikten on bin kat daha kötüdür.» diyen G. I. Gurdjieff’e verelim sözü. «Kendi hakkında bilgisi olmayan, makinasının çalışması ve fonksiyonlarını anlamayan insan, özgür olamaz, kendini yönetemez ve her zaman bir köle olarak kalır.» diye söyler. Makinamızın fonksiyonlarını anlamak; yani kişilik dediğimiz örüntünün kendini koruma mekanizmalarını tanımak, vidalarını gevşetmek ve affediş, sabır, teslimiyet, tevekkül ve hamd duygusu ile olacakları seyretmek… Çünkü fena yanılıyor olabilirim; adına ben dediğim ve korumaya çalıştığım şey gerçek ‘ben’ olmayabilirim!


  • Acaba nedir o ben?; «İnsanın kalıcı ve değişmeyen bir beni yoktur. Her düşünce, her ruh hali, her arzu, her duygu 'ben' der.»

  • Kim yönetir beni?; «Sıradan bir insanda 'efendi' yoktur. Bazen zihni, bazen hisleri bazen de vücudu tarafından kontrol edilir. Çoğunlukla emirler otomatik mekanizmadan gelir ve daha da sıklıkla seks merkezinden gelen emirler yürürlüğe konur. Gerçek irade sadece tek bir ben hüküm sürdüğünde, evin içinde bir 'efendi' var olduğunda mevcut olabilir.»

  • İrade zannettiğim belki de emreden nefsimdir; «'İrade' sıradan mekanik insanda mevcut değildir, onun sadece arzuları vardır; ve arzu ve isteklerin devamlılığının uzun veya kısa olması güçlü veya zayıf bir irade olarak algılanır.» Tıpkı Spinoza’nın son derece uyandırıcı bir şekilde yazdığı gibi; «şayet havaya atılan bir taş düşünebilseydi, kendi iradesiyle yere düştüğünü sanırdı…» Oysa her şey bir nizam, bir sebep dahilinde hareket eder. Biz her vak'anın ‘kendi’ irademiz ile gerçekleştiğini düşünürüz ancak aslında bir tek O’nun iradesidir eyleyen, esas fail O’dur! Nasıl yani? «Benim» iradem yok mudur?


Buna biraz daha yakından bakalım.


Bölüm 2: Özdeşleşme


İnsan gerçekten de «özdeşleşen» bir varlık. Özdeşleşme ise kendini bilmenin, «Ya Sin» hitabıyla seslenilen, «şüphesiz o resul içinizdedir» ayetiyle işaret edilen öz varlığımızı hatırlamanın önündeki büyük örtü! «Özdeşleşme insanın hayatının yarısından fazlasını geçirdiği ilginç bir haldir. İnsan her şeyle 'özdeşleşir': söyledikleri ile, hissettikleri ile, inandığı şeyler ile, inanmadığı şeyler ile, arzuladığı ve arzulamadığı şeyler ile, çekici ve itici bulduğu şeyler ile. Her şey onu içine çeker ve insan kendisini içine çeken fikir, duygu veya objeden kendini ayıramaz. Yani özdeşleşme halinde insan, özdeşleştiği konu üzerine tarafsız olarak bakamaz.» diyor Gurdjieff. Özdeşleşen kişi özdeşleştiğini ilah edinmiştir. Kendini bilmeyen, başka tesirlerin kontrolü altındadır. Jung’un «insanların fikirleri yoktur, fikirlerin insanları vardır» dediğini anımsıyorum… Kur’an da aynısını söyler;


«Kendilerine yardım edilir ümidiyle Allah’tan başka ilahlar edindiler. Oysaki, o ilahlar bunlara yardım edemezler. Tam aksine, bunlar, o ilahlara hizmet eden ordular durumundadır.» (Yasin, 74 - 75)

Özdeşleşmek etki – tepki yasasına tabi olmaktır. Bu bir anlamda karmadır. Biliyorsunuz, karma; hem fiziksel hem de zihinsel her türlü eylemin sonuçlarının kaçınılmaz olduğunu ifade eder. Karma, eylem demektir. Fizik her hareket için eşit ve zıt bir tepki olması gerektiğini gösterir. Karma enerjidir, bunu iyi veya kötüye yöneltmek ise niyettir. Evrensel tasarımda hiçbir enerji kaybolmaz. Dolayısıyla niyetler tohum gibidir, ekilir, vakti gelince de biçilir.


«Gerçek şu ki Biz, ölüyü yeniden hayata döndüreceğiz ve onların gelecek için yaptıkları her türlü [eylemi] ve geride bıraktıkları bütün [iyi ve kötü] izleri kayda geçireceğiz: zira biz, her şeyin apaçık kaydını tutarız.» (Yasin, 12)

Yani bir şeyi bedel ödemeden sahiplendiysen, hakkın olmayan elbet senden alınır, kural bu. Can veren ise canan bulur. Cananı bulmak, özümüzü hatırlamak, bir anlamda etki - tepki yasasından kurtulmak için özdeşleşmememiz gerekir. «Ruh, bir dayanağı kalmadığında özgürleşir ancak…» der Kafka.


Özdeşleşmemeyi öğrenmek için ise kişinin ‘ben’ demeyi, kendisini her zaman ve her durumda 'ben' olarak adlandırmamayı öğrenmesi gerekir. Çünkü «hangi ben?» sorusu doğar! Bir düşün, hangi ben? Tüm düşünce ve eylemlerimi kontrol eden, kendi hayali ‘öz’ünü korumak için çeşitli düşünce, fikir, inanç ve görüş kombinasyonları üreterek gerçek özümü keşfetmemi önlemeye çalışan «ben» mi? Yoksa Hz. Musa’nın bahsettiği «ben olan ben»mi? (Tevratta «Mısır’dan çıkış" 3/14 bölümü; 13; Musa Allah’a dedi: işte, ben İsrail oğullarına geldiğim zaman, onlara: Allah beni size gönderdi, dersem ve onlar bana: onun ismi nedir? derlerse, onlara ne diyeyim? 14; Allah Musa’ya: Ben, Ben olanım; ve dedi: İsrail oğullarına böyle diyeceksin: beni size Ben’im gönderdi.) Eğer ilki ise o sadece problem yaratır. İkincisi ise rahmettir. İlkinde ikilik içinde yüzerim; «iyiyim / kötüyüm, seviyorum / sevmiyorum, kontrol ediyorum / kontrolü kaybediyorum, yüksekteyim / alçaktayım, başardım / sınıfta kaldım, gurur duyuyorum / utanıyorum ve en sonunda ölüyorum / öldürüyorum derim.


«Ancak bizden bir rahmet olarak bir süreye kadar daha nimetlensinler diye kurtarılırlar.» (Yasin, 44)

Bir öyle bir böyle; sarkaç gibi… Ölü gibi edilgenimdir; görünüşte duygularım canlı veya enerjim yüksek olsa da mekanik bir halde, sağa sola çarparım. Bu «kötü» karmayı besler. Yani ego merkezli davranışlar, ego merkezli davranışları kendine çeker. Umulur ki çivi çiviyi söker, ancak bu sadece yaşadıklarımıza şuurlu bakabildiğimizde olur. Şuurlandıkça etki tepki yasasını sezer, sezdikçe kaderime alışmaya başlarım. Çünkü başıma gelenler, potansiyelimi açığa çıkarmak için gerekli olan müfredat gibidir. Fizik doktoru olacaksan alacağın dersler bellidir, ister sev ister sevme… Ancak bir de kaderini seversen, işte o zaman ikilik kalkar. Hakkın iradesi senin iraden oluverir, Hak ve sen diye iki ayrı şey olmaz. Kaderini sevdiğin anda onunla dönüşmeye, dolayısıyla onu dönüştürmeye başlarsın.


Bölüm 3: Kader


«Her insanın hayatı onu kendisine götüren bir yoldur.» (Hermann Hesse)


Herkesin bu dünyada kaderi Rab’bi aracılığı ile Mutlak’a doğru yol almaktır. Rab’bini ise Nefsini bilen bilir. Allah’a ait isimler her birimizinden farklı zuhur eder; kimseye kızmamak lazımdır. Evet, kader değişmezdir. Hayır ve şer aynı Allah’tan gelir. Ancak kader hadise olarak değişmese de, yaşantı deneyimi olarak değişir. Yani kaderi çok güzel de karşılayabiliriz, zor da karşılayabiliriz. Kaderin algılanma biçimi imanla değişir. İman ise bakış açısıdır; şeyleri sadece sadece kendi açından değil bütünsel açıdan görebilmektir.


«Keşfe giden yolculuk yeni diyarlar aramaktan değil, yeni gözlere sahip olmaktan geçer.» (Marcel Proust)


«Hayat izlenim almaktan oluşur. Hayatı değiştiremezsiniz. Fakat izlenimleri alış şeklinizi değiştirebilirsiniz.» (G. I. Gurdjieff)


Bu anlamda imanla beraber, hayatın bir zorunluluk, bir yük veya çile olmaktan çıkar; her anın keşfe, zevke, şifaya dönüşür. Ancak o kişi, yani esas İrade’nin onun iradesi olduğunu anlayan kişi özgürdür. Kulağa paradoks gibi geliyor değil mi?


«Biz Allah’ın iradesine teslim olmak ile –ki, bu olanı gerçekte sadece kabul etmektir- ebeveynimize boyun eğmeyi farkında olmadan birbirine karıştırıyoruz. Ebeveynimiz «beni dinle, ne diyorsam onu yap» şeklinde emredici konuşabilir. Allah’ın iradesine teslim olmayı düşündüğünüzde, bunu, vuku bulana sadece tam teslimiyetten ziyade, büyük bir güce mecburi boyun eğme olarak düşünmeye meyilliyizdir. Böylece, çocukken tecrübe ettiğimiz bağımsızlık kaybı ve incinmiş gurur tekrar devreye girer. Bu egonun, teslimiyetin ne olduğunu anlayabileceği tek yoldur; «Allah bana bunları bunları yapmamı söyledi ve ben de yapacağım.» Bu, bizim, ailemizin emirler yağdırdığı çocuklar olduğumuza dair bir inançla –bu genelde farkında olmadığımız ve nefslerimizin derinliklerinde yer alan bir inançtır- özdeşleşmeden kaynaklanır. Allah’ın iradesine teslim olma düşüncesi kendi iradenizden vazgeçmeyi gerektiriyor gibi görünebilir. Bununla birlikte, kendinize karşı samimi ve dürüst iseniz ve kendinizi herhangi bir şekilde değiştirmeye çalışmaksızın tecrübenizle kalıyorsanız, teslimiyetin gerçekte kendi içsel hakikatinize teslim olmak olduğu keşfedersiniz. Yolunuz, kendi tecrübenizin adımlarını takip eder. Bu onu seçme ya da seçmeme meselesi değildir; yolunuz size verilen şeydir. Üzerinden geçtiğiniz toprağın sizin istediğinizden farklı olması gerektiğini hissetmemenin muazzam bir ferahlık ve rahatlama olduğunu fark edersiniz. Teslimiyet; geri çekilme ve mecburi boyun eğme demek değildir. Bu haller, kendini gerçeklik tarafından engellenmiş bir iradenin sahibi olan 'ayrı' bir varlık olarak görmeye dayanır. Teslimiyet, hakiki iradedir; kişinin kendini kendi Varlık’ının akışına bırakmasıdır. Kendine güven hissi olarak tecrübe edilir. 'Çabasız azim' kapasitesi sağlayan içsel bir destek gibi hissedilir. O eylemi içerir ama zorlamayı içermez. Varlık’la gerçek bir bağ kurduğunuzda kainatın sizi desteklediğini hissettiğiniz için, şeylerin önceden tasarladığınız şekilde vuku bulmasını sağlama gereksinimi duymazsınız ve böylelikle eyleminiz kendiliğinden ve güçlü olur.» (A. H. Almaas, Kutsal İdealar Enneagramı)


Almaas’ın muhteşem bir incelikle aktardığı gibi, «kendiliğindenlik» Mutlak’ın iradesine yaklaşmaktır. «Belirli bir dünyada ne kadar az kanun varsa Mutlakın iradesine o kadar yakındır; belirli bir dünyada ne kadar çok kanun varsa mekaniklik o kadar fazla olup Mutlakın iradesine olan mesafe de o kadar fazladır.» Gurdjieff


Kişi mutlakın iradesine yaklaştıkça «kendinden dışarı çıkar». Ancak kendimizden çıkabildiğimizde yaşarız. Kendinden dışarı çıkmak ise hizmettir. Ancak şuurlu biçimde hizmet edebiliyorsak, diriyizdir. İnsanı İnsan yapan şey de aslında başkasına hizmet edebilme kapasitesidir. Eğer mekanik yasalara tabi, edilgen ve uykuda isek Allah bize göklerdeki bir «öteki» olarak gözükür. Kendimizi O’nun eli, ayağı, kulağı, gözü olarak duyumsayamayız. O zaman İnsanın İnsana hizmetinin Hakk’a Hakk’la hizmet olduğunu unuturuz. Asıl doğamıza yabancılaşır, şüpheci, maddeye düşkün, kendini korumaya programlı bir hale geliriz. Bunu da «realizm» adı altında meşrulaştırıveririz. Bir gün bir bakarız; şiddeti de meşrulaştırıyoruz; «eee doğanın düzeni böyle; kötülük de iyilik de Allah’tan…» diyip işin içinden çıktığımızı sanarız.


«Kendilerine, "Allah’ın size verdiği rızıktan başkaları için harcayın!" denildiğinde, hakikati inkara şartlanmış olanlar, inananlara, "Rabb(iniz) dileseydi (Kendisinin) besleyebileceği kimseleri biz mi besleyelim? Doğrusu siz açık bir yanılgı içindesiniz!» derler.» (Yasin, 47)

İnsan nasıl kendini hem tam olarak hayata karşı sorumlu bir özne, hem de tam olarak ‘kul’ hissedebilir? Ne «ben besliyorum» diyerek, ne de «O var ken ben mi besleyeyim» diyerek…

Hem aktif, hem pasif… Hem özne, hem nesne… Hem güneş, hem ay… Hem / hem de… Ulvi soru…


Bölüm 4: Özgürlük


Zamanda ve makanda «hem / hem de» diye bir şey yoktur; «ve / veya» vardır. Buradasındır veya orada, uzunsundur veya kısa, güçlüsündür veya zayıf, seviyorsundur veya sevmiyorsundur. İkilik vardır. İşte «kabir» budur; bir «şey» olma zorunluluğu! Tarafgirlik ve türlü savaşkanlık buradan doğar. Evet, her şey zıttıyla bilinir; ancak O’nun zıddı yoktur, o yüzden bilinmez. İnsan, zıtlıkları aştığında İnsan olur. Hacı Bektaş-ı Veli Hz. gibi bir elinde aslan bir elinde ceylan, birbirlerini yemeden onları tutan, onları barıştırandır İnsan. Bu zıtlıkları eritmek, yok etmek demek değildir; ancak artık kendi özünü belirli bir itikadla sınırlamamak demektir. Meşreplerimiz ayrı olabilir, zevklerimiz ayrı olabilir, halimizi yaşama biçimimiz ayrı olabilir. Ancak ayrılık yüzeydedir; derinde nehirler buluşur. Sevgi o derin bağı, o ortak temeli hissetmektir. İşte ancak bu sevgiyle insan kabirden çıkabilir.


«Ve (sonra yeniden diriliş) suru üflenecek; işte o zaman tümü kabirlerinden çıkarak Rablerine doğru koşacaklar!» (Yasin, 51)

Ancak bu sevgiyle insan ‘hem / hem de’ halinde yaşayabilir.


Bugüne kadar benimle aynı evde oturan,

Can Dostumu görmezden gelmişim.

Dinimin olmadığı şu anda,

O'nun dinine tabiyim,

ve artık kalbim,

bütün suretleri kabul eder oldu.

Ceylanlara otlak,

Rahiplere manastır,

Putlara tapınak,

Hacılara kâbe,

Tevrât'ın levhaları,

Kur'an'ın sayfaları,

Âşk dinin yolundan gidiyorum şimdi ben.

Ne tarafa yönelirse aşk kervanı,

Âşktır benim dinim ve imanım.


İbn Arabi Hz.


O hal nasıl bir haldir? O halde, O’nun istemesi ‘sen’in istemenden ayrı mıdır ki, istediği’n’ şey olmasın? Bundan ala sevinç mi olur?


«Orada (yalnızca) sevinç ve mutluluğu tadacaklar ve istedikleri her şey onların olacak…» (Yasin, 57)

Peki nasıl bir şey O’nun senden istemesi? Bu, basitçe «bilinçli seçim» demektir; nefsin arzularından öte tam da kainatın yaratılış ilkelerine göre yaşamak, olduğunu söylemek & söylediğini olmak halidir. Peki «bilinçli seçim» nedir? İnsan için tam bilinçlilik mümkün müdür? O bütünü görebilir mi ki seçiminin «bilinçli» olup olmadığa emin olsun? En yüce bilincin «neyi neden yaptığını nereden bilecek insan? Hızır’ı anlayamayan Musa gibi, şer görünende hayır olabileceğini veya hayır görünen de şer olabileceğini bilmiyor mu?


Belki de «bilinçli seçim», Hz. Mevlana’nın «doğru ya da yanlışın ötesinde bir yer var, seninle orada buluşacağız» dediği yerde doğar. Ona yaklaştıkça olan’ı «pazarlıksız» kabul etmek, bunu her nefeste hatırlamak mümkün olur. Aynı anda eylemlerinin de sorumluluğunu alma, daha doğrusu kendini O’na tam teslim etme mümkün olur. Hatırlanmalıdır ki sorumluluk ile tam teslimiyet tavrı burada aynılaşır. Hayata yani olmuşa, olana ve olacaklara tam bir güven doğar ve bu ne gereksiz bir öz güvenden, ne de pasif bir teslimiyettendir; bu «çabasız çaba»dır.


Caz müzisyenlerinin şöyle bir bakış açısı vardır; «bir notanın yanlış olup olmadığını belirleyen şey bir sonraki notadır» derler. Caz akışlarında müzisyenlerin olanı kabul (dişil), derin dinleyiş (hermafrodit) ve özgün bir tavırla muhabbete (‘jam session’) katılışı (eril) «çabasız çaba» için ne güzel misaldir. Buna dini literatürde «kulluk» deniyor aslında.


"Kendinizi Olan’ın karşısında bir konuma yerleştirerek, ayrı bir iradeye ve vuku bulandan ayrı bir yola sahip olduğu yanılgısına kapılıyorsunuz. Bu egosal perspektiften, şeyleri kurcalayıp düzenlemeniz gerektiğine inanırsınız. Bu dışsal olarak, diğer insanları sizin arzu ve düşüncelerinize uygun hale getirmek için manipüle etmek şeklinde, içsel olarak da kendi tecrübenizin «doğru» olup olmadığını görmek için daima onu değerlendirmek ve eğer olması gerektiğini düşündüğünüz kalıba uymuyorsa değiştirmeye çalışmak şeklinde tezahür eder. Kendi halinizi bu veya şu yapmak sizin elinizdeymiş gibi «Ne haldeyim. Ah hayır! Şu anda tepkiselim, bu hiç iyi değil. Sadece olmalıyım. Evet şimdi öyleyim. İyi, iyi. Bu hali sürdürmeliyim.» vs. şeklinde düşünürsünüz. Eğer tecrübenizi dikkatle gözlemlerseniz, bu daimi faaliyeti göreceksiniz. Egonuzla özdeşleştiğiniz zaman kendinizi daha iyi hissetmeye, korkmuş, mutsuz veya boş olmamaya çabalama faaliyeti içinde olursunuz. Tüm ego savunmaları, tecrübenizi, onu olması gerektiği düşündüğünüz şekle uydurmaya çalışma prensibine dayanır. Böylelikle, süregiden içsel bir manipülasyon söz konusudur; «Külli İrade’den ayrıyım ve şeylere kendi yoluma uyacak şekilde çekidüzen verebilirim.» Kendi özgürlüğünüzü kaybettiniz!, zira hakiki özgürlük, tecrübenizin içeriğinden özgür ve bağımsız olmak demektir... Kendinizi ister ayrı ve acı çeken bir varlık, ister hakikatın ve ışığın kendisi olarak, ister hüsrana uğramış bir anne veya aşırı stresli bir iş adamı, -veyahut herhangi birisi- olarak tecrübe edin, bu, şu anda kainatın yarattığı şeydir. Bu saf bir sırdır dolayısıyla siz kim oluyorsunuz da Tanrı’ya «Tecrübe ettiğim şeyi sevmiyorum. Onu niçin değiştirmiyorsun» diyorsunuz. İrade’nizi gerçek anlamda teslim etmek, kainata, Tanrı’ya veya gerçekliğe yönelik temel güvene sahip olmak demektir… Eğer egonuza özdeşleşirseniz, kendi tecrübenizle sürekli olarak didişip uğraşırsınız… Hatta uyurken ve rüya görürken bile bu didişmeniz devam eder. Özgürlük, didişme ve uğraşmanın sonu demektir…" (A. H. Almaas, Kutsal İdealar Enneagramı)


Normalde ne haldeyiz peki? Olanı kabul yerine içsel & dışsal bir direnç, derin dinleyiş yerine zihnimizin içinde kaybolup gitme, muhabbete katılmak yerine ürkek bir dışarıdan bakış… Tasavvufta bir anlatı var; insan öldüğünde Allah ona belki de tek bir soru soracak denir; «ey kulum, ben hep seninleydim, peki ya sen kiminleydin?». İş o «gün» sözler pek bir şey ifade etmeyecek. Çünkü herkes kendinde «iyinin» peşinde, öyle değil mi? En karanlık insan bile kendi baktığı açıdan bir tür halini meşrulaştırma tavrında... O halde kim bize tanık olacak? Şüphesiz kendi özümüzedir hesabımız. Ancak şahit istenir. İşte Hz. Paygamber’in (S.A.V.) veda hutbesinde «şahid ol Ya Rab!» diye ümmetinden istediği şahitlik, bu vücut evinde öz benliğin «el ve ayaklardan» istediği şahitliğe benzer.


«O gün ağızlarına mühür vuracağız, fakat elleri dile gelecek ve ayakları (hayatta iken) yapmış oldukları her şeye tanıklık edecektir.» (Yasin, 65)

Bölüm 5: Rıza


Her aza ve her nesne varoluş amacına uygun biçimde, yerli yerinde kullanılmalıdır. Bizi insan yapan şey, sahip olduklarımız değil, onları nasıl, ne için kullandığımızdır. Her şeye, yaratılış rızasına uygun davranmak, bir anlamda O’nun rızasını kazanmaktır. Akti takdirde onlara, dolayısıyla da kendi özümüze zulmetmiş oluruz. Çünkü neydi zulmün tanımı; «bir şeyi ait olduğu yerden alıp bir başka yere koymak…» (İbn Arabi Hz.) Ancak burası hassas bir noktadır. Bu sefer de şu sorular doğar; «ben nereye aidim?» Benim tabiatıma uygun olan ve benim de tabiatına uygun olduğum şey nedir? Veya benden nasıl razı olur O? Bu noktada Kierkegaard’ın çok sevdiğim bir kitabı olan «Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş»’un arka kapak yazısına kulak vermek istiyorum.


«İnsanoğlu, Kierkegaard’un “karşılaştırma huzursuzluğu” dediği şeyden muzdarip; hep olduğundan daha fazlasını istiyor, komşunun bahçesindeki çimen ona hep daha yeşil görünüyor. Kuş gibi hür olma arzusu samimi bir arzu olabilir, lakin bu arzu hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğine göre, insanı endişe ve umutsuzluğa da sürükleyebiliyor. Biz insan olarak hiçbir zaman bir kuş gibi kaygısız olamayız, lakin bir kuşun “ah keşke insan olsaydım” dediğini de hiç duymamışızdır. İşte, gökteki kuştan ve kırdaki zambaktan öğrenebileceğimiz ilk şey bu oluyor: bir şey dememek, sükut etmek! Fazla lafın, çenebazlığın endişeye götüren bir yol olduğunu söylüyor Kierkegaard.


Sonra kırdaki küçük bir zambak kendini başka bir şeyle veya diğer zambaklarla mukayese etmekle de uğraşmıyor. Onun öbürlerinden daha güzel olmak veya göze en güzel görüneceği başka bir yerde yetişmek, veyahut kendini öbür zambaklara göre kanıtlamak, tanımlamak gibi bir emeli yok.


Kuşla zambaktan öğrenebileceğimiz ikinci şey: zambağın itaatkârlığı! İnsan olarak kaderimize razı olmamız ve habire başkalarıyla meşgul olmamamız icap ediyor. Mütemadiyen belli bir yere doğru yolda olmamamız ve her şeyi sorguya tabi tutmamamız icap ediyor. Mütevazı olmayı öğrenmemiz icap ediyor.


Gökteki kuştan ve kırdaki zambaktan öğreneceğimiz son şey, Kierkegaard’a göre, dert ve endişelerimizin yükünü Tanrının omuzları üzerine yüklemek oluyor. («Let go, let GOD…»)

Yarın ne olacağını önceden kestirebilmemiz mümkün değil; dolayısıyla endişe etmek gayet abes oluyor. Tam burada ve tam şu anda yaşamamız, laf söylemekten ziyade lafa kulak vermemiz, kendimizi başkalarıyla mukayese etmeyi bırakmamız, ve son fakat aynı derecede önemli, sevince kendimizi bilfiil kaptırmamız icap ediyor.»


Müthiş bir rahatlık değil mi? Bir zambak «ben niye bu bahçede açmıyorum» diye hayıflanmıyor; kaldırımda da olsa «elinden gelenin en iyisini» yapıyor. Kıyaslama yok. Hem razı hem razı olunmuş.


Geride neler bırakmadılar neler! . . . Ne bağlar, bahçeler, ne pınarlar, ne çiftlikler. . . Ne güzel güzel konaklar, ne makamlar, içinde zevk-u safa sürdükleri ne nimetler! . . . (Duhan, 25)

Aidiyet meselesi bu noktada «bir bahçeye» aidiyet değil, tam da kendine & kendi özüne aidiyet haline geliyor. Bahçe dediğimiz dünya bahçesi; millet, toplumsal kimlik, sosyal statü, aile, eş veya iç dünyamızda inançlar, alışkanlıklar, türlü duygu ve düşünceler… Durabilir misin onların üzerinde? Nereye köklenebilirsin kendi özünden başka? Her şey uçup giderken nedir seni ‘tutacak’ olan sır?


Sırrı öğrenilene kadar her şey kalıcı görünür. (Ralph Waldo Emerson)


Bölüm 6: Sır


Ah adlandırılamayan, üzerine konuşulamayan o Sır!

Öylesine apaçık ve öylesine gizli…

Her şeyi kendisiyle bildiğin ancak kendisini bilemediğin…

Her şeyi kendisiyle gördüğün ancak kendisini göremediğin…

Aynanın sırrı gibi;

Sana seni gösteren bir yokluk...

Ve kendisi dışında bir şey olmayan o yegane varlık...

Sen zaten «yoksun» ki varolasın ey güzel aşık!

Senin yokluğun ise sırf O’nunla doluluk, O’nunla uyanıklık!

Gerçekte var mıdır hiç O’ndan ayrılık!

O ki hem hayatın Sır’rı, hem de Sır’rın hayatı…

Geriye kalansa sessizlik, aşk ve hayranlık!


Ama o hem (Bizi tartışmakta ve) Bizim hakkımızda karşılaştırmalar yapmakta, hem de bizzat kendisinin nasıl yaratılmış olduğundan gafil bulunmaktadır! (Ve bunun şaşkınlığıyla da) "Kim, çürüyüp toz olmuş kemiklere hayat verebilir?" diye sormaktadır! (Yasin, 78) De ki: "Onları yoktan var eden, (yeniden) hayat (da) verir, çünkü O, her tür yaratma eyleminin bilgisine sahiptir. O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarır ve onunla (kendi ateşinizi) yakarsınız". (Yasin, 80)

Şaşkın aklın yaratılışın Sır’rınını araması, köpüğün dalgayı, dalganın denizi araması gibi değil mi? Okyanus dalgaya göre «yoktur», dalga sadece diğer dalgaları görür; sürekli doğup ölen, delirip köpüren ve ip gibi sakinleşen dalgalar, fakat okyanus nerede? Oysa bir tek okyanus «vardır», dalgaların «ayrı» bir varlığı yoktur. Okyanus dalgayı yok’tan yani kendinden var eder ve yok’a yani kendine döndürür. Şöyle de diyebiliriz; okyanus vardır ve «var gibi görünen» dalgalar aracılığı ile bilinir.


O, Tek’tir, Biricik’tir, öyle ki bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece "Ol!" der; ve o (şey hemen) oluverir. (Yasin, 82) Her şeyin üstünde tasarruf sahibi olan Allah, ne yücedir; ve hepiniz O’na döndürüleceksiniz!. (Yasin, 83)

Bu noktada yine Hz. Mevlana’ya kulak verelim, yaratılış ile ilgili ne diyor;


“Yumurtaya benzer bir inci coştu, eridi, deniz doldu; deniz köpürdü, köpüğünden yer oldu, buğusundan gök. Gerçekten de gizli bir atlı, padişahlık elbisesine bürünmüştür, her an saldırır, gelir, sonra gene aslına dönüp gider. Bizden gizlenir amma yok demeyesin diye bir başka âleme gitmiştir de göze görünmez olmuştur”


«Yok demeyesin diye…» Bakar mısınız inceliğe...


“Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti. Sûret sûretsizlikten çıktı, yine sûretsizliğe döndü. Zira biz yine Allah’a döneceğiz. Şu hâlde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa: ‘dünya bir andan ibarettir’ buyurdu. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz.”


«Dünya bir andan ibarettir...» Fakat bir onu süreklilik zannederiz. Oysa O her al «ol» demektir. Bakar mısınız esrimeye…


“Bir yağ parçasına aydınlık bahşetmekte, bir kemiğe işitme kabiliyeti vermektesin ey Ganî Allah. Fakat cismin manayla ne alâkası var? Eşyanın adlarıyla (farkında olunan nesnelerle), anlayışın (farkındalığın) ne münasebeti var? Söz yuva gibidir, mana kuş gibi. Cisim ırmak gibidir, ruh akıp giden su gibi. O ırmak akıp gitmektedir, fakat sen ona duruyor dersin. O koşup gelmektedir, sen onu bir yere kımıldamıyor sanırsın. Eğer su, yerden yere gitmiyorsa, eğer su akıp durmuyorsa üstündeki yeniden yeniye görünen çerçöp nedir ki?”


Akıp giden o mana seli nasıl da sürüklüyor bizi, kendi kaderimize, okyanusumuza doğru… Fark etsek de etmesek de…


Fakat o boğazımızdan tutmuş, bizi çekip duruyor. Elsiziz, ayaksızız, bir top gibiyiz, onun bulunduğu tarafa yuvarlanıyoruz; çevgen saçları, bizi o yana doğru koşturup duruyor. Bu yana koştum mu çevgeni saldırır da kendi tarafına çeker beni, söyle bakalım, kim bilir bu sırrı? Ne yanda olursam, olayım, sarhoşum, onun çevgenine tapmadayım; hükmünü yürütünceye dek yokluğun tâ içinde varım, var gibi görünmedeyim”


Her an yeniyim. Her an başka bir ben. Ben dediğim bir kaptır. Bir de içindekini görsem!


“Ulu Tanrı insanı her solukta yeniden yaratıyor, onun içine yeni yeni şeyler gönderiyor; öylesine ki ilki ikinciye benzemiyor, ikinci üçüncüye benzemiyor. Fakat insanın, kendisinden haberi yok, kendisini tanımıyor insan”


İşte böyle.

Epilog


Hakk nûru deniz gibidir, duygu ise bir çiğ tanesidir.


Bu yokluk alemi, yani evveli ve sonu olan bu dünya var gibi görünmekte; gerçekten de var olan, sonsuz olan öbür alem ise yok gibi görünmekte, gizli bulunmaktadır.

Rüzgâr estikçe topraktan toz kaldırır. Toz toprak görünür de rüzgâr görünmez. Rüzgâr işi ters gösterir ve tozu toprağı kendisine perde eder.

İş yapıyormuş gibi görünen toz, hakîkatte işsizdir. Meyveye göre kabuk gibidir. Gizli olan ve tozu kaldırıp savuran rüzgâr ise, asıl işi yapandır. Meyvenin içi ve özü odur.

Toz rüzgârın elinde bir âlete benzer. Sen asıl rüzgârı yüce bil, onun yüce yaratılışlı olduğunu anla.

Topraktan yaratılmış olan baş gözünün bakışı toprağa düşer. Rüzgârı gören göz ise, bir başka çeşit gözdür.

Atı at bilir, çünkü at atın cinsidir, atın yârıdır. Binicinin hâllerini de yine binici bilir.

Duygu gözü, yâni bu baş gözü at gibidir. Binici ise Hakk'n nûrudur. Zaten binici olmazsa at bir işe yaramaz.

Öyle ise atı terbiye et. Onun kötü huylarını gider. Yoksa pâdişah o atı istemez.

Pâdişahın gözü, atın gözüne kılavuzluk eder. Pâdişahın gözü olmadıkça atın gözü şaşırır kalır.

Atların gözleri ottan, otlaktan, yeşil çayırlardan başka bir şey görmez. Nereye çağırırsan çağır; "Hayır gelemem, niçin geleyim?" der.


(Hz. Mevlana, Mesnevi, 2. Cilt - 1280)

365 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page