top of page

Müziği Aramak 2; Sessizlik ve Ses Üzerine

Klasik Tanım: 


Ses, belirli bir frekans ve titreşimle havada yayılan, insan kulağı tarafından algılanabilen fiziksel bir olgudur. Müziğin temel yapı taşıdır; perde (frekans), şiddet (volüm), süre (zaman) ve tını (renk) gibi ögelerle anlam kazanır. Sessizlik ise müziğin içindeki duraksamalar, boşluklar, bekleyişlerdir. Müzikal açıdan bakıldığında sessizlik, doldurulması gereken bir “boşluk” değil, müziğin akışında anlamı derinleştiren, duyguyu yoğunlaştıran temel bir unsurdur.

 

Tasavvufi Yorum:


Sessizliğe Rücu Etmek


“Müzik, notaların arasında kalan sessizliktir.” (Johann Sebastian Bach)

Dış seslerden bunalan günümüz insanı kendi öz sesini dinlemeye nasıl da hasret… Ancak o sesi duyacak bir içsel sessizliğe erişmeye, kendiyle kalabilmeye, kendi boşluğu (ki buna ‘Hakk ile doluluğu’ da diyebiliriz) ile yüzleşmeye, gerçek bir öze çekilişe cesaret edebilenler de kim bilir ne kadar az…

 

“İçsel sessizliğe çekilmek”  yahut “evine dönmek” düşüncesi ne kadar huzur verici olsa da, “nefs” bundan korkmuyor mu diye sorarak başlamak istiyorum. Kendi gündelik hayatlarımızdan bakalım; sorsak hepimiz “dinlenmeye” son derece hasretiz, ancak gerçekten “rahatlamak” & “bırakmak” kaçımız için mümkün olabiliyor? Araştırmalar modern insanın 5 dakika sessizce oturmakta bile “zorlandığını” söylüyor. Bize zarar verdiğini bilsek de, yükünü omuzlamak zorunda kalsak da konfor alanlarımızda kalmak nefse tatlı geliyor gibi görünüyor. Boşuna dememiş Jung, “insanlar, kendi ruhlarıyla yüzleşmekten kaçınmak için, ne kadar saçma olursa olsun, her şeyi yapacaklardır” diye… Hipokrat’a atfedilen “Bir kişiyi iyileştirmeden önce, onu hasta eden şeylerden vazgeçmeye hazır olup olmadığını sor.” ifadesi geliyor aklıma. Bilirsiniz; insan bazen hastalığına, hüznüne, acısına tutunur. Çünkü orada bir kimlik, bir korunma, bir anlam bulur. Bırakmak, iyileşmek... evet kulağa güzel gelir, ama bu sorumluluk ister. Bazı insanlar (hepimiz zaman zaman) acıdan, gürültüden besleniriz. Bu farkında olunması gereken bir şeydir.

 

 

“Şüphesiz Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yunus, 44)

 

Bir gün Nasreddin Hoca -iş bu ya- trene biniyor. Kompartıman görevlisi gelip biletleri sorduğunda hoca her yere bakmaya başlıyor; koltuğun altına, valizlere, ayakkabısının içine, yandakinin ceketinin cebine vs. derken dakikalar geçiyor. Görevli soruyor; “hoca ne yapıyorsun? Her yere baktın, bir tek bakman gereken yere bakmadın; (kendi ceketinin cebine?)” Yanıt düşündürücü; “sorma evlat, evet, korkuyorum, ondan bakmadım, ya orada değilse!…”

 

İnsan da çekinmiyor mu kendine gerçekten kendine dönmeye, bakmaya, durmaya…? Korkmuyor muyuz “ya orda değilsek!” diye? Bu içsel kaçınganlığın yarattığı kuru “gürültü”yü duyuyor musunuz siz de?

 

Bir de söz konusu şey öze dönüşlerimiz & ibadetlerimiz bile olsa “zihin” ve “makamı / mevkiyi vs. arzulayan nefs” devreye girince bırakalım sessizliği daha derin bir dip gürültüsü yaratmıyor muyuz benliklerimizde? (Hem o sebepten ki tüm manevi yollarda “arzuların esiri olmaktan kurtulmak ve Allah’tan başkasını istememek en yüksek esriklik halidir” demiyorlar mı?)

 

“Hiçbir dileğim yok senden ilahi, istediğin gibi olayım yeter…” (Lütfi Filiz)

 

Sadece işlerimizi, planlarımızı değil, sakinleşmek için yaptığımız nefesi veya içimize dönelim diye oturduğumuz meditasyonu bile “ne işe yaradı şimdi bu?” diye tarttığımız olmuyor mu? Hep bir beklenti, hep bir kazanç hesabı… Kendimden biliyorum; meditasyonlarda bile aslında ruhumla inceden “pazarlık” yaptığımı, gizli beklentilerimi fark edişlerimi hatırlıyorum. İbadetlerin, meditasyonların, kendinle oturmaların bile hep “pratik bir işlevi” olmalıymış gibi düşündüğümü… Oysa malum, bazı şeyler sadece olmak içindir. Yani boşluk dediğimiz şeyi bile “boş” bırakmak lazım. Ama biz o boşluğu bile hemen doldurmak, işe yarar hale getirmek istiyoruz.

 

Müzikte de öyle; sessizliğe, bir vokal ya da çılgın bir enstrüman solosu ile süslenmeyen bakir, yaban, boş, “faydasız” geçiş alanlarına katlanmakta ve bu alanlardan kendiliğinden doğan yaratıcı ifadeleri duymaya sabretmekte zorlanabiliyoruz. Günümüzde müzik endüstrisi 2 – 3 dakikalık şarkılar içine her şeyi tıkıştırmaya çalışıyor, ve dinleyicinin ilgisini çekebilmek için her notayı işlevsel düşünmek zorunda kalıyor. Oysa bundan 20 – 30 yıl önce popüler müzikte bile uzun enstrüman soloları veya doğaçlama ifadelerle daha çok karşılaşıyorduk. Yani belki de müziğin gerçek lezzeti o boşluklara, tanımlanmayan sessizliklere temas etme, sessizliğe, anlamsızlığa hatta müzikal akış içerisindeki o bekleme anlarına, kısaca o acemiliğe “sabredebilme” yeteneğimizde gizli…

 

“Tekerlek çemberinin otuz parmağı boş göbekte kavuşur.

Tekerleğin yararı olmadığı yerdedir.

İçi boşaltılmış kilden olur çömlek.

Çömleğin yararı olmadığı yerdedir.

Oda yapmak için oyulur kapı ve pencere.

Odanın olmadığı yerdedir yaşanacak yanı.

Yani olanın yararı olmayanın kullanılmasındandır.”

 

Lao Tzu

 

Her türlü müzikal formu (ilahiler, deyişler vs.) yani doğaçlamada çalınsa da bir şekilde “tasarlanmış” olan bu kompozisyonları yaşamı kendisi gibi düşündüğümüzde, müziğin sessizlikten doğup yine sessizliğe döndüğü çok aşikar. Tıpkı bir dalganın okyanusta kabarıp, yükselip, köpürüp, sönüp yok oluşu gibi, müzik de dinleyicinin kulaklarında doğuyor ve kulaklarında batıyor… Düşünün; dalganın okyanustan ayrı bir şey olmaması misali müzik, müzikal olmayandan ayrı mı? Ses sessizlikten ayrı mı? Belki de her şey sessizliğin çeşitli renkleri, ifadelerinden ibaret… Hz. Pir gibi duyabilene…

Hemen Hz. Mevlana’nın “Sessizlik Tanrı'nın dilidir. Kalan her şey kötü bir çeviridir.” sözü geliyor akla…

 

Müzik: Kendinden Kendine


Peki dinleyici kim? Şüphesiz sen, ben, o… Ama esasında & hakikatte kim? Müzisyen kime çalıp söyler? Derdi kendini “birine” dinletmek midir yoksa kendi ruhunun sesini mi arar? Eğer derdimiz “öteki” ise bu tür müzikte sessizlikler bile gürültülüdür, batar, tatsızdır, çiğdir. Eğer derdimiz sadece ve sadece bize şah damarından dahi yakın olan Allah ise, işte o zaman gürültüler hatta kakofoniler bile sessizlik kisvesine bürünür, rahatsız etmez, dinlendirir, lezzet verir. Demek ki iş biçimsel olarak sessiz kalmak, bilinçli müzikal boşluklar yaratmak ile de ilgili değil sadece… İş, müziği “kendinden kendine” bir tecelli olarak yaşama niyetiyle ruhundan gelenlere teslim olmada… Belki de o yüzden sımsıkı kapar gözlerini müzisyenler içli bir şarkı söylerken veya en has sololarını atarken…


Peki ya grupça müzik yapıyorsak ne olacak?


Herkes gözlerini kapayıp kendi ile alışverişe girerse ahenk & uyum nasıl yakalacak? Bu soru makul gibi görünse de pratikte işlerin başka olduğunu bilir müzik yapanlar; insanın müzikal akışta kendisine, kendi içsel sessizliğine en yakın hissettiği an paradoksal olarak diğerlerini de en iyi dinlediği, en iyi uyum gösterdiği, diğer seslerle en güzel dans ettiği, “dolayısıyla sadece kendi ile başbaşa iken en kalabalık olduğu” andır. Doğrusu sessizlik dediğimiz gerçekte uyumdan (harmonia) başka bir şey değildir.


Evet, sessizlik uyumdur, uyum sessizliktir.


Yani diyelim ki akortlanmış bir gitarla çalınan güzide bir Bach eseri, sessizdir.


Birbiri ile son derece uyumlu hareket eden bir koro, sessizdir.


Tabiat, seslerden müteşekkil gibi görünse de, sessizdir.


Kainat, O’nun nazarında sessizdir.


Belki kesret aleminde, şu fiziksel kulaklarımız burada ne kastedildiğini anlamayacaktır çünkü o her yerde muhtelif sesler duymaktadır. “Nasıl yani, somut bir enstrüman ile çalınan somut bir şey nasıl “sessiz” olabilir, duyuyorum işte..?” der. Ancak ruhumuz, gönlümüz, yani içsel kulağımız ile algılayabiliriz ki notaların bu ilahi uyumu, sessizlikten & sessizliğin dile gelişinden başka bir şey değildir!


Devamlı hareket eden bu alem içinde “hareket/siz olanı” görmek için çıktık bu yola… “Dönende duranı görmek” için… Müzik bunun için ne güzel bir tefekkür aracıdır.


O sebepten Yunus Hz. kendine miskin der. Ne demektir “miskin”? Akla uyuşuk, tembel, hareketsiz, kendini idare edemeyen, malı mülkü olmayan gibi sıfatlar gelir ilk. Yunus’un yüklediği anlam ise başka. “Aşık olan miskin olur, hak yoluna teslim olur.” diyor. Hoş görülmeyecek durumlar karşısında tepki göstermeyen demek miskin. Pasif olmak değil, tepkisel olmamak. Nefsine karşı suskun, hareketsiz, ruhsal olarak ise aktif. Sükûn, sükûnet, yani sessizlik kelimeleriyle aynı kökten.


Sessiz ses...


Hareketsiz hareket...


“Sen dağları görür, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar, bulutlar gibi geçip gitmektedir.” (Neml, 88)

Ve sadece müzik değil, gönülden akan her türlü sanatsal kompozisyon, hatta insan emeği faaliyetler dahi (yemek pişirmek hatta temizlik yapmak gibi) o içsel sessizliği bize hatırlatma potansiyeline sahip bir dengeleyici & hatırlatıcı (zikr) vazifesi görmektedir. Belki de bu sebeptendir ki tasavvufta, bir Hakk yolda, bir İnsan'ı Kamil ile ve onun akortlayıcılığı altında bir 'ihvan' ile tek beden olup beraber zikretmek, müziğin esas amacı olan sonsuzluğumuzu hatırlamak üzere ilahiler söylemek ve devran etmek, iç dünyalarımızı, Tanrısal olan ile uyumlayan, tek tek her birimize şifa olan ezeli enstrümanı hep beraber çalmak gibidir; yani insan ruhunu…

 

Ses ve Sessizliğin Geometrisi


Neyse, tekrar dönelim konuya…


İranlı mütefekkir Seyyid Hüseyin Nasr, müziğe ilişkin bir yazısında şöyle diyor;


“İnsan, belirli bir açıdan bakıldığında kendisi için muğlak ve bilinmez olan iki sessizlik dünyası arasına yerleştirilmiştir. Birincisi, ölümden önceki dönem; ikincisi ise ölümden sonraki evredir. Bu ikisi arasında insan hayatı bir çığlık gibi sonsuz sessizliği kısa bir anlığına, onunla birleşmek için dağıtan bir uğraktır. Fakat derin bir çalışma gösterir ki, insana, hiçbir şey’lik ya da sessizlik olarak görülen şey, yani bu dünya hayatının ötesindeki süreç, Saf Varlık’tır; görünüşte bu maddi evrende hayatın kısa uğrakları olan şey ise, o aşkın Varlık’ın yalnızca yansıması ve gölgesidir. İnsan hayatı da, bütün müziklerin en derin boyutu olan o ebedi sessizliğe karşı bir gürültüden başka bir şey değildir.” (Nasr)

Bu yorumdan da yola çıkarak varolan her şey gibi “sessizlik” ve “ses” de Hakk’ın belirli vechelerini gösteren birer semboldür desek yanlış olmaz herhalde;

 

ree

Sessizlik boyutu varlığın Hakikat’ini, özünü, gaybi boyutunu veya başka bir ifadeyle Allah’ın zat-ı şerifini, ses ise onun tecellisini, gölgesini, şahit olunan bu kesret alemini ve onun türlü renklerini & fiillerini işaret ediyor.


Başka bir ifadeyle, sessizlik ruhu, ses bedeni anlatıyor.


Sessizlik Gerçek’i, ses gölgeler alemini remzediyor.


Sessizlik, bir olanaklar denizini, potansiyeli, mümkünler ordusunu, ses ise bu olanaklardan birinin gerçekleşmesini, bir potansiyelin realize oluşunu, mümkünlerden bir mümkünü dile getiriyor.


Sessizlik tekliği, ses çokluğu…


Hz. Pir’in dilinde, sessizlik can’ı, ses ten’i…


Hint mitolojik anlatısında sessizlik Shiva’yı, ses Shakti’yi...


Batı Vedanta anlayışında sessizlik “consciousness”, ses “matter”i…


Shiva külli bilincin özünü, Shakti enerjiyi & maddeyi…


Sessizlik Kabeyi – Kabe’nin hakikatini, ses Kabe etrafında tavaf eden her mahlukatı…,


“Renklerin görünen boyutunun ötesi renksizliktir. Esasında hiç bir renk de yoktur. Nihayetinde renk diye bildiğimiz bütün görüntülerin aslı renksizlikten yani siyahtan ortaya çıkmaktadır. Bu da daha çok, bilinmesi ve idrak edilmesi hiç bir surette mümkün olmayan “Zât-ı İlahî”nin sembolü olarak kullanılmıştır. Bu hususu İbn Arabî Hz. “Amâ yani Dipsiz Karanlık” olarak ifade eder.” (Toshihiko Izutsu)

Yine başka bir ifadeyle, sessizlik formsuz olan’ı & suyu, ses ise form’u yani o suyun içine konulduğu kabı anlatıyor.


Kişilik Kavramı Üzerine


Anadolu'da çok kullanılan “maşrapa” diye bir kap var. Maşrapa içinde “şerbet” olan demekmiş. Buna da “meşrep” deniyor. Hani soruyoruz ya “meşrebin ne?” diye... Buna biz şimdi mizaç & fıtrat & karakter vb. de diyoruz. Kendini tanımak  demek “mizacını” ve onun Yaratıcı ile olan bağlantısını tanımak demek aslında biraz da; yani şarabın & şerbetin senin maşrapandan yansımasını görmek… Senin kabından yansıyan şarabı sezmek… Yani mizaç denilen kabuğun senin “kim olduğun” kadar “kim olmadığın” olduğunu da idrak etmek! Ve her maşrapada şerbet var. Her şerbetin mayası aynı ama hepsinin tadı farklı, bazısı tatlı, bazısı pek acı...  Bizler de acıdan olguna olana doğru bir seyir içindeyiz. Bazı şerbet de var ki içeni “sarhoş” ediyor, ki buna da “şarap” deniyor.


Nedir şarap?


İşte o şarap da sessizliktir…! Allah’tan başka her şeyden geçmiş olanın, Yunus gibi “miskin” olanın, Dost’un kadehinden içmektir. O saki ile beraber Allah’tan başka her şeyden geçmenin tadını bir nebze olsun almaktır. Ham olanın anlamsız bulduğu, şıra olanın ulaşmaya çabaladığı, şarap olanın ise kendinde bulduğu ve belki de her an tattığı bir ab-ı kevser…


“Ey zahit, şaraba eyle ihtiram,

İnsan ol cihanda, bu dünya fani,

Ehline helaldir, na-ehle haram,

Biz içeriz, bize yoktur vebali.


Sevap almak için içeriz şarap,

İçmezsek oluruz düçar-ı azap,

Senin aklın ermez, bu başka hesap,

Meyhanede bulduk biz bu kemali.”


Edip Harabi


Bu “ sessiz” hakikat’i ne kadar ifade etmek istersek isteyelim, bu her zaman sınırlı kalmaya, gösterebildiklerinden çoğunu “susmaya” bir anlamda “yenilmeye” mahkum bir çabadan ibaret. Bu öyle bir yeniliş ki bilenler bunu zafer olarak tanımlıyor; “ilim bilmediğini bilmektir” diyorlar.


“De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadar mürekkep ilâve etseydik dahi rabbimin sözleri bitmeden mutlaka deniz tükenirdi.” (Kehf, 109)

İşte bu anlamda sessizlik dediğimiz “bilinmeyen”i, ses ise “bilinen” boyutunu remzediyor.

Aklıma usta müzisyen Erkan Oğur’un bir söyleşisi geldi… Kendisi bir röportajında şöyle diyor, “enstrüman ve sesler müzik için araçtır & gereklidir, ama aynı zamanda O’na engeldir...” Bu aslında ince bir tasavvufi görüşün dile gelişi; varolan her şeyi Hakikat’in bir sembolü olarak okumak ve aynı zamanda her sembolün Hakikat’e işaret ettiği kadar O’nu örttüğünü de idrak etmek meselesi… Hani Mısır’daki Tanrıça Isis’in “hiçbir ölümlü kaldırıp yüzümdeki peçeyi göremez yüzümü” deyişi misali… İçine girdiğimiz suretlerden yansıyan sadece O, ve fakat aynı suretler O’nu aynı zamanda örtmede…


Erkan Oğur, başka bir yerde de şöyle diyor, “Bir sesi kaydettiğin zaman o kayıt artık senin günahın...” Yine İbn Arabi Hz’lerinin “Allah Tela, sana senden başka perde yaratmadı” cümlesi geliyor akla…


Hani Tin Suresi’nde geçiyor ya “Biz onu en güzel şekilde yarattık, sonra aşağıların aşağısına gönderdik”diye, o hesap. Ruhtan maddeye, sessizlikten sese düşüşün o “ilk günahı”... Ustanın söylediği özetle şu,


“Madde, mana aleminin hem dili, hem dilsizliğidir.”


Müzisyenin ince ruhu, içinde duyumsadığı müzikal sonsuzluğu kaydedip sınırlamanın kısıtlayıcılığı ile, kaydetmese işitilemez olmanın çaresizliği arasında bir yerlerde dolanıyor...

Anlatsa eksik, anlatmasa eksik...


“Allah'ı bilmede aczini bilmek, Allah'ı bilmektir.” Hz. Ebu Bekir (R.A.)

Demiş ya hani Dede Efendi; “müzik bir okyanussa biz ayaklarımızı bile tam sokmuş değiliz.” diye…


Ah o sesler; sessizliğin hem dili, hem de dilsizliği…


Tıpkı böyle kişiliğimiz de ruhumuzun hem dili, hem dilsizliği…


Hem onun sonsuzca özgün bir ifadesi, hem de ona perde... Hem gösteren, hem gizleyen... Kendisi gören değil ama esas Görücü olanın kendisiyle kendini gördüğü… İnsan; formsuzluğun ve formun, sessizliğin ve sesin, bir başka ifadeyle de Güneş’in ve gölgenin buluştuğu bir berzah misali...


“Sen, ten [beden] itibarıyla hayvansın, can [ruh] bakımından melek. Bu suretle hem yerde yürürsün, hem gökte” (Hz. Mevlana)

Müzisyenin durumu da böyle; o her çaldığında & söylediğinde sonsuz olasılıklar denizinden bir katreyi yeryüzüne taşıyan bir gölge oyuncusuna benziyor… Caz müzisyenleri hakkında ilginç bir şey anlatılır; denir ki bazı gitaristler konserden haftalar öncesinde ellerine gitarı almazlarmış. Niyetleri konsere tertemiz bir beden hafızası ve zihinle çıkmak, bedenin ses hafızasından çıkıp, sessizliğin, bilmemenin o bakir alanına geçiş yapmak ve böylece çalışlarının o anda daha özgün, yeni, taptaze oluşunu sağlamak…


Daha popüler bir dille “kuantum alanda kalmak” da diyebiliriz buna…


Tasavvufçası Allah’la kalmak… İlhamından daha Allah’a sığınmak…


Kuantum fiziğinin meşhur çift yarık deneyinde neydi ışığın matematiksel dalga fonksiyonunu “çökerten”, adeta manayı maddeye dönüştüren, onu görünür kılan? Bir gözlemci, yani birinin ona bakması... İlginç fenomendir: bir elektron ona bakınca görünür oluyor, bakmayınca görünmez alemlere karışıyor... Yani “olma olasılığı” ile “olma” arasında arafta olan insan, “görüldüğü” vakit “gerçeklik” buluyor.


Peki sormak istiyorum bizi ilk kim gördü? Ve hep içeriden görmekte?


Var olmak demek, O’nun tarafından “görülmek” veya “zikredilmek” demek değil mi? Var edilmiş olmak ne kadar sevildiğimizin ispatı değil mi? Öz sevgiye böyle bakmak lazım; öz’ünü sevmek ve öz’ün de yarattıklarına sevgisi, ilgisi…


Var olmak Allah’ın bizi her an anması…


Anılmak...


“Dehrin (zamanın) akışı icinde öyle zaman geçti ki, o dönemde, insanın adı bile anılmazdı.” (İnsan, 1)

Evet, O’nun tarafından hatırlanıyor ve her an “zikrediliyor” olmak...

Ya kim buna tam anlamıyla şükredebilir?


“O hep seninleydi, ya sen kiminleydin?”

Sessizlik de öyle ise; her an seslerin içinde ve ötesinde…


Aynanın sırrı misali;


Evet, sessizlik aynanın sırrı iken, ses ise aynadan yansıyanlara benzemekte...


Sessizlik aynanın o görünmeyen dokusu misali orada öylece duran, her şeyin kendisiyle görüldüğü fakat kendisinin görülmediği o değişmeyen & temel unsuru ifade ederken, ses aynadaki türlü hareketi, oluş ve bozuluşu simgelemekte…


Bu benzetmelerin sonu yok…


Ne garip ki biz bu seslere yani gölgelere “var” diyoruz da işin aslı olan sessizliğe “yok” deyiveriyoruz. Zihnimizin gürültüsünden mütevellit her şeyin sessizlikten ibaret olduğunu göremiyoruz.


Yakın zamanda İtalyan heykeltraş Salvatore Garau'nun “Io sono” (Benim) adlı görünmeyen eseri gündeme düştü. fiziksel varlığı olmayan, ne basılı ne de dijital formatta herhangi bir fiziksel temsili olmayan bir heykel… Post modern sanatın zırvalarından biri olarak düşünmeyin hemen; ontolojik açıdan ne manidar, ne tefekkürlük… Formsuzluk ve formun birbiri içinde eriyişini, sessizlik ve sesin birliğini anımsattı bana… Ve İbn Arabi Hz.’lerinin şu şiirini;


“Cam kadeh inceldi, latif oldu

Şarap da inceldi, latif oldu

İkisinin şekli aynı oldu,

Bu iş benzedi birbirine,

Sanki o bir şarap, kadeh değil,

Sanki o bir kadeh, şarap değil...”

 

İbn Arabi Hz.

 

Evet her ses, sadece ve sadece sessizliğin kendisinden, onun farklı formlarından ibaret! Tıpkı bir ağacın yapraklarının ve meyvelerinin toprağın altındaki bir tohumdan meydana gelişi misali, görünen alem de görünmeyenden besleniyor. Tohum gizli iken ağaç görünür, evet, ama seyrettiğimiz baştan aşağıya ağaçta yok olan, onda “fena” bulan tohumun kendisi değil midir?


“Allah’ı aramak çorbaya bakıp suyu aramak gibidir.”


Yani yeter ki görebilelim.


Ya Hızır, ya Hızır, ya Hızır, ya Hızır, ya Hızır

Canım ya Hızır, gözü görenlere her yerden hazır. Hü!


Hem yeri geldiğinde en klişe pop şarkısını bile bir ilahi gibi duyuran Allah (cc) değil mi?


Yaratılışın Sesi


Peki madem her şey özünde sessizlikten geliyor, neden sesler yaratıldı? Neden taştı bunca renk ve ses alemi çemberin ortasındaki o noktadan bir mandala gibi? Bir nokta olan ilim neden sonsuzca çoğaldı böyle? (Hz. Ali’nin ilim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı sözünü bir de bu açıdan düşünelim… Kozmolojik yorumuyla buradaki cehalet belki de, gayb aleminden şahadet alemine inerken her mertebenin bir üst mertebenin hakikatini yansıtmada “sınırlı” kalışı ile bağlantılı ontolojik bir yasaya vurgu yapıyor… Tıpkı gölgenin nesnesini sınırlı biçimde yansıtması misali…)

Tasavvuf anlayışında çokça referans verilen bir kutsal hadiste yaratıcı şöyle buyuruyor: “gizli bir hazineydim, bilinmekliği murad eyledim ve bilinmek için mahlukatı halk eyledim…” İşte o gizli hazine boyutu da bir anlamda mutlak sessizliği, mahlukat boyutu ise onun açığa çıkışlarını yani sesi çağrıştırıyor. Yani yaratılış öncesinde henüz “sessiz” olan öz bir anlamda “kendisini işitmek için” bir “kulak” yaratıyor. (Yahut kendisini görmek istiyor ve bir ayna yaratıyor da diyebiliriz…)  İşte yaratımın o ilk anı, bir “kendinden taşma” olarak kavramsallaştırılıyor ve “kün” emri ile sembolize ediliyor.


Kün…


Kaf ve Nun…,


Bektaşi kültüründe güzel bir ifade var;


“Allah alemi yaratmak isteyince "Kün" (Ol) emrini verdi. Kaf Nun'a deyince bir ilahi name koptu, dünya oldu. Bu name oniki perdede karar kıldı. Oniki perdeden dört oyun doğdu. Çerh, raks, muallak ve pertav. Bir mavi giyinmiş sufi duruyordu. Bu, saz ve sözden çerhe girdi. Su gelince çerh döndü, ateş gelerek raksa girdi, yel gelince muallak döndü, toprak gelip pertav oldu. Yerde ve gökte ne varsa hepsi harekettedir. Her zerre kendi sesiyle oynar. Madem ki dünya dirliğinin cümlesi oyundur, fisk-ü fesadla, yani kötülükle oynamaktansa, sohbet ve semada oynamak daha iyidir..." (Ezel Akay’dan nakille)

Kün sesi gibi, kainatı yaratan ilksel taşmayı sembolize eden farklı sesler de var. Mesela “OM” veya “ONG”, ya da şamanların değişiyle “ilk şimşek” gibi… Bir şekilde hepsi farklı açılardan bu başlangıca (ve dahası başlangıcın ve sonun aynı çemberde buluştuğu bu dairesel hakikat bilincine) gönderme yapıyor. İncil’de de bu “Söz” kelimesi ile karşılık buluyor; “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı. Söz, insan olup aramızda yaşadı.” (Yuhanna, 1:1)


Fiziğin diliyle söylersek de bu titreşimsel & sicimsel bir açığa ve her şeyin titreşimsel dolayısıyla sessel yani müzikal doğasına işaret ediyor.


“Evrenin gizemini anlamak istiyorsanız, enerji, frekans ve titreşim cinsinden düşünün” (Nikola Tesla)

Ve bugün modern bilim de, bildiğimiz anlamda katı bir maddenin var olmadığından, her şeyin sessizlik okyanusunda bir anlamda yüzdüğünden, yalnızca akışkan enerjinin var olduğundan bahsediyor. O açından varolanlar, sadece seslerin karmaşık bir birleşimi olarak görülür. Buna bir anlamda “donmuş ses” veya “donmuş ışık” da denilebilir.


Sessizliğin sesten yani özün formlardan konuşması gibi, her işitilebilir kelimenin arkasında da nefesimiz vardır; kelime nefesi taşır, nefesle birleşir, nefesle meydana çıkar ancak nefesin kendisi değildir. Tasavvuf sembolleri ile söylersek bütün alem Nefes-i Rahmani yani özün o ilksel titreşimi tarafından yazılmış Yaratıcı’nın harfleri ve kelimeleridir. (Rahmanın nefesi kavramı Yoga biliminde de ‘Naad’ olarak geçiyor)  Bütün evren o ilk nefes vasıtasıyla konuşulan Hakk’ın sözleridir. Her şey her an “zikir” / anma / kaynağı hatırlama ve kaynak tarafından hatırlanma halindedir.


“Ben Hakk-ı zikrettiğimi sanardım, halbuki o beni zikretmekteymiş”… (Ahmed El-Rifai Hz.)

Kadim bilgelikte, tıpkı konuştuğumuzda yaratılan anlamın harflerden meydana gelmesi gibi, harfler de evrendeki her şeyi tesis eden “sicimler” olarak görülür. Hatta harflerin şekilleri ve eğimleri bile kozmosla ilişkilendirilen özel anlamlara sahiptir. Bu, tasavvufta da ilm-i cifir veya harf & sayı ilmi yahut numeroloji olarak geçen sonsuz ilmin kapısını açar. Aslına bakarsak harflerin bu denli sistematik yorumu, dünyayı tıpkı müzik notaları gibi sayıların ve harflerin sistemine dayanan büyük bir ahenk olarak okuyan, Pisagor’un zamanına kadar gitmektedir. (Tabii kadim bir ilim olarak zahiren Adem aleyhisselam – ki kendisine ilahi sıfatlar öğretilmiştir- ile başladığını söylemek de mümkündür.)


Tasavvuf bakış açısıyla bu izahların birisinden kısaca bahsetmek istersek “Elif” harfine bakabiliriz. Arap alfabesinin ilk harfi olan Elif sembolik olarak Öz’e veya ilk nefes’e tekabül eder. Bu harf diğer harfler gibi değildir, tüm harfler dünyanın yaratıcı kaynaktan meydana gelmesi misali ondan meydana gelir. Öz’ün her formda içkin olması gibi veya nefes’in her seste içkin olması gibi, Elif’de her harfte ve kelimede mevcuttur. Elif bu anlamda bir harf bile değildir. Çünkü Elif sadece bütün harflerin maddesi gibidir. Bütün harfler Elif’in farklı şekiller almasıyla meydana gelir. Oluşturduğumuz her ses Elif harfinin sesiyle başlar ve bu ses gırtlaktan üflediğimiz nefesin başlangıcıdır.


'Elif, Bir sayısı bütün sayılara yayıldığı gibi, bütün mahreçlere yayılır. O harflerin dayanağıdır, her şey ona ilişir, o hiçbir şeye ilişmez. Bu özelliğiyle de Bir'e benzer, çünkü sayıların varlıkları ona ilişir, o ise hiç birisine bağlı değildir. Bir bütün sayıları ortaya çıkartır, sayılar ise onu ortaya çıkartamazlar. Bir herhangi bir mertebeyle sınırlanmadığı gibi, elif de bir mertebeyle sınırlanmaz. Elif’in ismi bütün mertebelerde gizlenir, böylece bir yerde ismi B, bir yerde C, bir yerde H olur.' (İbn Arabi Hz.)

Klasik yoga mantralarından da bir örnek vermek gerekirse “OM” yani “Aum”, “A” ve “M” sesleri ile beraber arada “U” sesinden oluşur. Öz’ü simgeleyen A ne kadar derinden, gırtlaktan ve genişse formu simgeleyen “M” bir o kadar yüzeyde, dudaktan ve dardır. “U” ise arada köprü niteliğindedir. Böyle yorumlandığında “AUM” mantrası öz ve formun birlikteliğine, birliğe, bütünlüğe, titreşimsel bir gönderme yapar. (AUM mantrasının “Elif”, “Lam” ve “Mim” hecelerine benzerliği de ilginçtir. Tasavvuf sembolizmasında “Elif” / A özü, “Lam” / U özün derece derece açığa çıkışını, “Mim” / M ise bu açığa çıkışta özün kendisini en mükemmel şekilde olarak seyrettiği kemal & olgunluk derecesini, noktalanışını simgeler. Bu harfler bir araya gelince “Alem” kelimesi oluşur. Keza “alim” de buradan gelir.)


Örneğin kadim Sikh yolunda çok sık kullanılan bir mantra olan “Ek Ong Kar” da benzer bir anlama sahiptir. “Ek” tohumdur ve güçlü bir şekilde söylendiğinde omuriliğin en alt kısmını uyarır. “ONG” her şeyin temelindeki o titreşimsel unsurdur, tüm kelimeleri birleştiren o evrensel zemindir ve kozmik yaşam enerjisidir. Doğru bir şekilde genizden söylendiğinde uçtan uca omurgayı ve beynin belirli bölgelerini titreştirir. “Kar” ise yaratımdır. 'Ek Ong Kar', Öz’den Öz’ün sıfatlarına & niteliklerine, sıfatlardan Öz’ün fiillerine & bedensel eylemine olan akışın sürekliliğini anlatır.


“Mantra bilimi, sesin insan psişesi üzerinde öngörülebilir etkiye sahip bir enerji formu olduğu bilgisine dayanmaktadır.”

Esasında kadim mantralar & zikrullah bu gözle incelendiğinde varlığın / kainatın içkin yasalarının İnsan’daki bedensel yansımaları & tezahürleri olarak yeniden anlam kazanır. Nasıl ki ruhumuz, düşüncelerimizi, düşüncelerimiz bedenimiz etkiliyor ise, tam tersi biçimde bedende yarattığımız bu sözsel titreşimler düşüncelerimizi etkilemekte, düşüncelerimiz ruhumuzun perdelerini sıyırmaktadır.


“Yukarıda olan aşağıda, aşağıda olan yukarıdadır.” (Hermes Trimegistus)

Kainatta olan her şey İnsan’da da vardır.


Şimdilik burada duralım.


Belki bir sonraki yazıda “mantra”” kavramına daha yakından bakmayı deneriz.

.

.

.

.

Son.


Emrah Akbalaban

 
 
 

Comments


© 2024 by Conscious Business.

  • Black Instagram Icon
bottom of page