Müziği Aramak 3: Uyum ve Uyumsuzluk Üzerine
- Emrah Akbalaban
- 5 Ağu
- 12 dakikada okunur
Klasik Tanım:
Uyum (konsonans), müzikal öğelerin —özellikle seslerin, ezgilerin ya da makamların— bir araya geldiğinde dinleyici üzerinde dengeli, hoş, huzur verici veya tamamlayıcı bir etki yaratmasıdır. Bu durum, genellikle frekansların matematiksel olarak “oranlı” ilişkisiyle açıklanır; örneğin oktav, beşli ya da üçlü gibi aralıklar tarihsel olarak uyumlu kabul edilmiştir.
Uyumsuzluk (disonans) ise, iki ya da daha fazla sesin birleşiminde bir gerilim, çatışma ya da çözülme ihtiyacı hissi doğmasıdır. Uyumsuzluk, dinleyicide huzursuzluk ya da beklenti duygusu yaratabilir; bu da müzikte dramatik yapı, hareket ve dönüşüm için önemli bir araçtır.
Tasavvufi Yorum:
Tasavvufi ya da felsefi bir yaklaşımla bakıldığında uyum, varlıkların birbirini tanıması ve hakikatte buluşması; uyumsuzluk ise henüz çözülmemiş arayış, ayrılık ya da dönüşümün eşiği olarak yorumlanabilir. Her ikisi de müziğin anlamını ve derinliğini oluşturan zıt ama tamamlayıcı kutuplardır.
Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı Tolkien’in, serinin ilk kitabı olan Silmarillion’ın açılışında yazdığı bir yaratılış destanı var. Çağdaş bir eser olmakla beraber tüm yaratılış kozmolojilerinin filmografik bir özeti gibidir ve uyum & uyumsuzluk meselesini çok güzel özetler.
Kitap her şeyden önce var olan yaratıcı güç Eru Iluvatar’ı yani Tanrı’yı anlatarak başlar. Evrenin yegane yaratıcı gücü olan Eru Iluvatar, kendi düşüncelerinden Ainur adı verilen kutsal varlıkları yaratır. Ainur, Iluvatar’ın iradesinden doğmuş güçlü varlıklardır ve her biri kendine özgü yeteneklere sahiptir. Iluvatar, Ainur’a bir ezgi (müzikal tema) bahşeder ve hepsini bu temayı birlikte çalmaya davet eder. Ainur, Iluvatar’ın gösterdiği temayı büyük bir uyum içinde seslendirerek muhteşem bir müzik yaratırlar.
“Bir ses yükseldi, ahenk içinde örüldü, nihayetsiz çalınan ezgiler içinden, yükseldi de delip geçti fani kulakları, ulaştı derinlere ve zirvelere, Eru Iluvatar’ın diyarındaki her bir haneye, öyle taştı ki duvarlardan, yayıldı hiçliğe; ve hiçlik kalmadı. O vakitten beridir asla terennüm etmedi bu emsaldeki bir müzik...” (J.R.R. Tolkien, Silmarillion)
Bir süre sonra Ainur arasında en güçlü olan Melkor, kendi özgün ezgisini yaratmak ister ve uyumu bozarak İluvatar’ın melodisini değiştirmeye çalışır. Melkor’un bu bireysel ve asi müziği, başlangıçta bir karmaşa yaratır ama Iluvatar, yeni temalar ekleyerek Melkor’un kaotik müziğini daha büyük bir uyuma dönüştürür. Iluvatar sonunda Ainur’a bir vizyon gösterir: Bu müzik, Arda’nın (Dünya’nın) yaratılışı olmuştur! Ainur, kendi müzikleriyle oluşturdukları bu dünyaya hayran kalırlar. Iluvatar, Arda’yı gerçekliğe dönüştürerek, müziği tabiri caizse maddeye büründürür. Ainur’lar, bu dünyaya inerek ona şekil vermek ve onu güzelleştirmek ister. Bunlar arasında Melkor’un karşıtı olan Manwe, sanat ve ışığın koruyucusu Varda, denizlerin efendisi Ulmo, ve ustalıkla iş yapan Aule gibi ‘görevli’ varlıklar (melekler) bulunur. Ainur’un Arda’ya inen kısmına Valar adı verilir. Melkor, Arda’yı kendi egemenliği altına almak ister ve bu dünyaya ilk ayak basanlardan biri olur. Ancak Valar, onun yıkıcı etkilerine karşı direnir. Melkor’un müzikte yaptığı uyumsuzluk, Arda’nın yapısına da yansır ve zaman içinde çatışmalara, kötülüğün yükselişine neden olur…
"Ve sesinin kimin kulağına gideceğine aldırmadan, şarkısını bağıra çağıra söyledi, çünkü umutsuzdu ve çıkar yol bulamıyordu..." (J.R.R. Tolkien, Silmarillion)
Tolkien’in yaratılış miti, müziğin evrenin temel dokusunu oluşturduğunu anlatır. Her şey müzikal bir ezgiyle başlamış ve kader bu ezgi içinde şekillenmiştir. Melkor’un bozgunculuğu bile büyük bütünlük içinde anlam kazanır çünkü Iluvatar’ın ezgisi her zaman daha yüce ve kapsayıcıdır.
Müzik, bu mitsel anlatıda yaratıcı bir güç olarak Varlık’ın farklı öz niteliklerinin (ya da tasavvufi deyimle Allah’ın farklı güzel isimlerinin / Esma’ül Hüsna’nın) bir dansı olarak resmedilir.
Melkor’un çıkardığı uyumsuz sesleri bile içine alan & kapsayan bir Tanrısal mağfiret alanına vurgu yapılması bizi şu meşhur “kötülük problemini” ya da zıtlıklar meselesini daha derinden idrak etmeye yönlendirir.
Evet müzik üzerine yazıyoruz, nereden çıktı bu kötülük problemi diyebilirsiniz, ama bakalım işin felsefi boyutu ile beraber müzik hakkındaki görüşümüz nereye evrilecek?
Kötülük Problemi ya da Zıtlıklar Meselesi Üzerine Birkaç Söz
Şer ya da kötülük problemi, felsefe ve ilahiyatın en eski ve derin sorularından biri.
Basitçe şu sorularla özetlenebilir:
Eğer Tanrı mutlak iyi, mutlak güçlü ve her şeyi bilen bir varlıksa, neden dünyada kötülük var? Tanrı'nın varlığı ile kötülüğün varlığı bir arada nasıl mümkün olabilir? Bu kadar acı, zulüm, hastalık, savaş varken Tanrı'nın iyiliğine nasıl inanılır? Tanrı mutlak iyiyse neden zıtlıklar var? Zıtlıklar nasıl kabul edilebilir? Onlarla nasıl yaşamalı? Peki ya insanın içindeki zıtlıklar / polarietler nasıl aşılır?
Bu problem, Allah’ın noksansız sıfatları ile gerçek hayattaki kötülük ve acı arasındaki görünüşteki çelişkiye işaret eder.
Öncelikle belirtmek gerekir tasavvuf anlayışına göre “kötü olan veya kötülenmesi gereken bizzat insan değil, onun “nefs”i ve ondan meydana çıkan “kötü davranışlar”dır. Bu davranışlar, insanın yaratılış amacına & fıtratına uygun olmadığında -ve şüphesiz bir hikmete binaen- “kötü” olarak değerlendirilir. Her ne kadar her şey O’nun izni ile gerçekleştiriliyor olsa da kötü eylemi irade eden ve gerçekleştiren Tanrı değil, insanın bizzat kendisidir.
“Şüphesiz Allah, hiçbir şeyle (ve hiçbir şekilde) insanlara zulmetmez. (O, kullarına haksızlık etmekten ve zarar vermekten münezzehtir.) Ancak insanlar (günahlara dalmak, fıtrata ve şeriata aykırı davranmak ve kötülüklere sapmak suretiyle) kendi kendilerine zulmetmekte (bela ve cezaları hak etmekte)dirler.” (Yunus, 44)
Bu ise bir unutmanın, yani nisyanın sonucudur. Tasavvufi düşüncede, ruhun asıl yurdu ilahi alemdir (alem-i emr veya lahut). İnsan bu alemden kopup bedene indiğinde, unutma (nisyan) başlamıştır. Hatta denir ki bu yüzden insan “insan” adını alır; çünkü “nisyan”dan gelir. İşte bu aslını unutma hali tüm uyumsuzlukların kaynağı gibi görünmektedir. Son çözümlemede, ahlaki kötülüklerin sorumlusu yine insandır.
“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilin ki o, ısrarla hayâsızlığı, çirkin ve kötü işleri yapmayı emreder. Eğer üzerinizde Allah'ın lütfu ve merhameti olmasaydı, sizden hiç kimse ebediyen temize çıkamazdı.” (Nur, 21)
Diğer yandan kötülük problemini çözerken tasavvuf anlayışı, özellikle İbn Arabi Hz.’leri ekseninde metafizik yapan mutasavvıflar ‘alemden, yani varlıktan kötü ve çirkinin yok edilmesi’nin doğru olmadığı gerçeğinin altını çizerler. Onlar, evreni zıtlıklar düzeni olarak görür: Gündüz/gece, sıcak/soğuk, varlık/yokluk, güzellik/çirkinlik, hayır/şer… Bu zıtlıklar, birliğin tecellisidir. Yani kötülük, iyiliği anlamak içindir; zıddı olmazsa tanımı da olmaz.
“Her şey zıttıyla bilinir, ancak O’nun zıttı yoktur o yüzden bilinmez.” (Hz. Mevlana)
Bu demektir ki, bu alemde kötülükler şu veya bu biçimde olmak zorundadır. Ne için böyledir? Sahiden, kötülüklerin varlığını gerektiren şey nedir? Ya da bu alemde kötülükler niçin var olmak durumundadır?
İbn Arabi Hz’lerine göre, “çirkinde de güzelde de Tanrı’nın rahmeti vardır. Çirkin kendi nazarında güzeldir. Güzel de çirkinin nazarında çirkindir. Şu halde, varlıkta herhangi bir mizaca göre çirkin olmayan bir şey yoktur. Bunun aksi de böyledir.”
Hemen bu noktada belirtmek gerekir ki tasavvuf dahil hiçbir hak anlayış varlığın birliği penceresinden bakıyor olsa bile “kötülüğü” meşrulaştırmaz. Buna ilerleyen paragraflarda daha detaylı değineceğim. İbn Arabi Hz.’lerin ortaya koyduğu bakıç açısı; kötülük ve şerri ele alırken dahi Tanrı’nın ‘rahmet’ vasfını ön plana çıkarabilmekle ilişkilidir. O, ister doğal kötülük olsun, isterse ahlaki kötülük, her halükarda kötülüğün gerekliliğini ve varoluş gerekçesini “rahmetim gazabımı geçmiştir” diyen, “Rahman ve Rahim olan Allah’ın” “hikmet” ve “rahmet”ine bağlamaktadır.
Şöyle der; “bütün iyilik ve fenalıkların Hakk’a nispeti hikmet icabıdır.”
Buna göre, bizim bu alemde ve toplum hayatında “iyi” olarak gördüğümüz bir şey, aslında “kötü” olabileceği gibi, “kötü” olarak gördüğümüz bir şey de “iyi” olabilir.
İç içe…
Hızır ve Musa kıssası hatırlayın…
“Bazı şeyler hakkınızda hayırlı olduğu halde hoşunuza gitmeyebilir. Bazı şeyler de hakkınızda hayırlı olmadığı, şer olduğu halde hoşunuza gidebilir. Bunları Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara 216)
Bu kıssa da bizim kötülüğün, göreceliliğini, kötü gibi görünen bir şeyin, daha büyük bir hayrın vesilesi olabileceğini ve bizim "kötü" dediğimiz şeylerin ise benliğimizin sınırlı bakış açısından öyle göründüğünü bize anlatır.
“Şeylerin iyilik ve kötülüğü hakkındaki hükmümüz bilgimize bağlıdır. Bir şeye veya bir fiile, onda gizli olan iyiliği bilmeyişimizden dolayı kötü deriz. Her şeyin bir zahiri bir de batıni ciheti vardır. Onun batıni cihetinde Yaratan’ın gayesi bulunmaktadır. Eğer biz bu gayeyi bilmiyorsak, böyle bir şeye kötü dememiz muhakkaktır.” (İbn Arabi Hz.)
Bu bakımdan, o, iyilik ve kötülükleri de Allah’ın isim ve sıfatlarının bu alemdeki olmazsa olmaz uzantıları veya yansımaları olarak görmektedir. “Bu demektir ki, eğer, bu âlemde iyiliklerin yanında kötülükler olmamış olsaydı, o zaman ilahi isimler ve sıfatlar, dolayısıyla uluhiyet işlevsiz olurdu.”
Örneğin bazı isimler celaldir (Kahhar, Cebbar, Müntakim), bunlar şiddetli tecellilerdir. Bazıları cemalidir (Rahman, Vedud, Afüvv), bunlar lütuf doludur. Kötülük gibi görünen şeyler, Allah’ın celali isimlerinin tecellisi olarak yorumlanır. Amaç, kulun bunlardan ibret alarak yakin, teslimiyet, aşk gibi hallere ulaşmasıdır. Yani sözün kısası tasavvufta “şer”, kişiyi uyandıran, benliğini kıran, terakki ettiren bir imtihan alanı olarak yeniden işlevli hale getirilir.
“Her nefis, ölümü tadar. Bir imtihan olarak sizi hayırla da, şerle de deneriz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 21/35)
Varoluşçu felsefecilerin vaktiyle düşündüğü gibi insan bu dünyaya “atılmış”, “anlamsızlık” denizinde yüzen veya “başıboş” bir halde değildir.
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (Kıyame, 75/36)
Burada bizim için kritik soru şudur; peki bu ilahi bakış açısıyla kötülüğü normalleştirmek yahut pasif olmak arasındaki ayrımı nasıl yapacağız?
Tasavvufun kötülüğü anlamlandırma biçimi, onu normalleştirmek ya da meşrulaştırmak anlamına gelmez. Bu ayrımı yapabilmek için tasavvufun içsel teslimiyeti ile dışsal sorumluluğu nasıl dengelediğine bakmak gerekir.
Öncelikle, kabullenmek = onaylamak değildir!
Tasavvufta “şer”e dair teslimiyet, ahlaki veya toplumsal kötülükleri onaylamak anlamında bir pasiflik hali değildir. “Her şey O'ndandır” derken, zulme, haksızlığa, yolsuzluğa da sessiz mi kalalım yani? Hayır.
Teslimiyet kalpte olup biten bir şeydir. Sorumluluk ise fiile yansır.
“Zalimin karşısında susan dilsiz şeytandır.” (Hadis)
Yani başına gelen acıdan dolayı Allah’a isyan etmek tasavvufi anlayışa sığmadığı gibi, başkasına yapılan kötülük karşısında susmak da doğru değildir, denir. Bir sufi, başına gelen bir musibette:
İç dünyasında: “Bunda bir hikmet var” der, sabırla bakar, ders çıkarır.
Dış dünyasında: Zulmü, adaletsizliği, haksızlığı değiştirmeye çalışır.
Tam bir denge meselesi… Ki bu dengenin en yüksek örneği belki de Hz. Hüseyin’de meydana çıkar. Kerbela’da Hz. Hüseyin’in tavrı bu anlamda en üstün “manevi savaşçı” (spiritual warrior) karakterini ve ilahi dengeyi simgeler.
Bilirsiniz, hadisenin özeti şudur;
O, başına geleceği biliyordu.
Ama “kader” deyip oturmadı.
Zulme karşı çıktı, bedel ödedi ama kin gütmedi.
Teslim oldu, ama boyun eğmedi.
Bu tavır: İçte teslim, dışta direnişe ne güzel, ne erişilmez bir örnektir…
Tasavvuf düşüncesinin esas odağı şudur: “Dünyadaki kötülükle mücadele etmek istiyorsan, önce kendi nefsini bil, gör.” Bu, pasiflik değildir. Bu, direnişin ahlaki zeminini sağlamlaştırmaktır. Çünkü dıştaki zalimle savaşırken içteki nefis firavununu beslersen, bir zalim de sen doğurursun.
Bu denge kaybolduğunda ise iki zehirli uç açığa çıkar: Toksik Teslimiyet & Fanatik Direniş… Toksik Teslimiyet yani, "Her şey kader, ben karışmam" diyerek atalete, korkuya, hatta bazen zalimle işbirliğine dönüşebilen bakış açıları… Fanatik Direniş ise kötülükle savaşacağım diyerek öfkeye, benliğe, hatta kendi kötülüğünü üretmeye de dönüşen türlü haller…
Denir ki gerçek İnsan, ne kaderden kaçar, ne zalime teslim olur. O, Hak için susar; Hak için konuşur. Hak için sabreder; Hak için direnir.
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükafatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzal, 99/7-8)
Yani özetle, uyumsuzluk, kakofoni veya kötülüğü besleyen tüm varoluşsal haller Yaratıcının izniyle gerçekleşiyor olsa da, “bunların hepsi O’ndan” diyerek sorumluluğu O’na yıkıp susmak da tavsiye edilmez.
Hikmetle anlamaya çalışmak ama zalimle değil fakat zulümle mücadele etmek tavsiye edilir.
Kendini bunlar karşısında kurbanlaştırmak yerine sabırla içe dönüp nefsi terbiye etmek tavsiye edilir.
Toplumdan tümden uzak durmak yerine, ilahi adalet adına mücadele bilincinde olmaya çalışmak tavsiye edilir.
Sürekli şikayet veya tam tersi inkar psikolojisi yerine, nefsi tanıyarak zorluklar yaratan bu durumları “aşmak” yönünde ilerlemek tavsiye edilir.
“(Resulüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 14/42)
Şimdi yeniden dönelim müziğe…
Kakofoni ve Uyum Üzerine: Bir Caz Müzik Güzellemesi
Dünyamızda “şer” ya da “kötülüğün” var olması gibi müzikte de uyumsuz, kaotik vs. sesler olur, olacaktır. Yine tasavvufta “şer” kavramının mutlak değil göreceli bir anlamı olması gibi; müzikte de ‘bozuk’ sesler tekamülün bir gereğidir denilebilir. Doğru bir bakış açısı ve düzenleme ile, dissonanslar (uyumsuzluklar) bir “modülasyon”la (geçişle) veya “tematik dönüşüm”lerle ahenge katılabilir. Böylece aslında her ses, nihai birlik içinde “gizli uyum”a hizmet eder. Etkili bir kompozisyon belki de bu zıtlıkları bünyesinde barındırabilen bir inşaadır.
Bu anlamda en öğretici sanatsal ifadelerden biri caz müziktir. Başka bir ifadeyle caz müzik, hatalara yer açması bakımından müziğin insanlaşmasına güzel bir örnektir. Caz müzik, doğası gereği doğaçlamaya (improvisation) dayanır. Bu doğaçlama, hem teknik ustalığı hem de anı yargılamadan kabul etmeyi gerektirir. İşte burada, “hata” -batı klasik müzik sisteminde genellikle dışlanan, bastırılan ya da düzeltilecek bir unsur- cazda yaratıcı bir malzemeye dönüşür.
Caz’da Hata = Potansiyel demektir. Hata bir defo & çatlak vs. değil; bir kapıdır. Bir nota “yanlış” çalındığında caz müzisyeni onu “doğrultmaya” değil, işlemeye yönelir. O sesi kabul eder, çevresini yeniden örer, bağlamı değiştirerek onu anlamlı hale getirir. Bu yaklaşım, aslında derin bir insancı felsefeyi doğurur: Caz der ki: “Sen hata yapabilirsin. Hatta yapmalısın. Mühim olan onu nasıl dönüştürdüğündür.”
“Cazda yanlış nota yoktur: sadece yanlış yerlerdeki notalar vardır.” (Miles Davis)
Ne güzel söz; sanki zulmün tasavvufi tanımını yapmış Miles Davis. (“Zulüm bir şeyi ait olmadığı yere koymaktır” der İbn Arabi Hz.) Tıpkı insanlar gibi notaları da doğru yerlerine koymadığımızda onlara zulmetmiş oluyoruz.
Bununla beraber cazda hata, dışlanmıyor. Hata, bir dönüşüm fırsatı olarak görülüyor. Kusursuzluk değil, sahicilik ve ders çıkarma esnekliği esas... Yolda olmak, hazır olmaktan daha değerli...
Bu da “tövbe”nin esasını hatırlatmıyor mu size?
“Yanlış nota çaldığınız nota değildir; onu doğru veya yanlış yapan, sonrasında çaldığınız notadır.” (Miles Davis)
Dolayısıyla müzikteki uyumsuz seslere, ya da “zıtlıklara” tasavvufi pencereden şöyle bakmayı denemekte fayda var:
Uyumsuz sesler bir sınanma alanıdır. Dinleyicide ve icracıda gerilim yaratır; bir anlamda algının ‘şok’ ile temizlenmesi & nefsin arınması için bir imtihan ve içsel uyanış fırsatı sunar.
Uyumsuz sesler “Kör Nokta”larımızı hatırlatır. İnsan nefsinin henüz keşfetmediği, bastırdığı veya reddettiği yönlerini simgeler; yüzleşme ve kabullenme sürecini tetikler.
Uyumsuz sesler zıtlıklar aracılığıyla bilincimizi yükseltir. İyilik ve uyumun değerini kavratmak için çirkinlik ve kaosun karşıtını gösterir; “hayır” ile “şer” arasındaki farkı idrak ettirir.
Uyumsuz sesler dönüşüm potansiyeli yaratır. Bestekar tarafından ustaca işlenerek usul, makam veya icra içine alınan disonans, nihayetinde daha derin bir ahenge dönüştürülür; ruhi bütünleşmeye kapı aralar.
Uyumsuz sesler mananın perdesini aralamaya yardımcı olur. Kafoninin perde arkasında gizli bir düzen olduğu bilinciyle, “görünürde şer”in aslında hikmete dayandığını hatırlatır.
Uyumsuz sesler ilahi telafinin & rahmetin & açılmanın değerini bildirir. Disonansın ardından gelen çözülme (modülasyon), “rahmet” ve “lütuf”u temsil eder; her sıkıntının ardından bir ferahlık olduğunu işaret eder.
Uyumsuz sesler birlik öncesi hazırlık işlevi görebilir. Vahdetin (birliğin) tecellisi için gerekli “tohum”u toprağa düşürücü etkide bulunur; kaos, birlik deneyi için bir başlangıç noktasıdır.
Çoğu insan kendi sesinden utanır. Bir grup içerisinde sanki en uyumsuz söyleyen kendisiymiş gibi görebilir kendini, susar, bastırır içindekileri…
Şimdi bu yazılanlar eşliğinde kendimiz bir daha gözden geçirelim.
Soralım:
Uyumsuzluk çıkaran ben’i “tukaka” etmeye gerek olmadığını bilerek, onu bir farkındalık ve açılım fırsatı olarak görseydim davranış modelim & sesim & tarzım & tavrım nasıl değişirdi? Kendime bakışımın yanı sıra ötekine bakışım nasıl değişirdi?
Aslında konu hayatta da müzikte de aynı… Bir yanda kendini ve ötekini kabul & teslimiyet pratiği… (Dişil) Diğer yanda da olaylardan ders çıkarma ve yeteneklerini en doğru yerde sergileme pratiği… (Eril) Bunlar bir araya geldiğinde ortaya büyülü bir kompozisyon çıkıyor. Bu bakış açısıyla yapılan müzik, tüm üyelerinin kendisi olması ve ötekini de kendisi olmaya teşvik etmesi açısından için en elverişli, demokratik, hoşgörülü fakat aynı zamanda ‘uyanık’ (awake) atmosferi oluşturuyor.
Oyunsallık Bilinci
Aslında dikkat edilirse bu hal, bir “oyunu” çağrıştırıyor.
İyiliğin, güzelliğin, doğruluğun olduğu kadar kötülüğün, kakofoninin, hatanın ve deliliğin … evet hepsinin oyun içinde yer bulması, hatta dönüşmesi meselesi…
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka değildir! Âhiret yurdu ise Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?…” (En‘âm 6/32)
Bu ayet hep sorgulatmıştır beni… Bu dünyayı saf dışı bırakan ve gözünü ahirete diken bir sofuluğu anlatmadığını düşünmüşümdür hep. Yani bu yaşama yüzeysel bakmak ve onu önemsememek değil; sonsuz bir farkındalıkla oyun oynayabilmek demektir belki de kastedilen…
Tasavvuf, dünyayı bir ilahi oyun (le‘ib) olarak görür ama oyun oynarken kendini unutmamak gerekir. Yapılan bilimsel araştırmalara göre “şizofren” yahut ileri derece bir “akıl hastası” bile oyunda akıllanabilir, çünkü oyun: egonun kontrolünden çıkar, an’da olmayı zorunlu kılar, sınırları esnetir ve farkındalıklar yaratan karşılaşmaları mümkün kılar.
"Sağlığın göstergesi olan ve evrensel olan şey oyundur, oyun oynama büyümeye, dolayısıyla da sağlığa katkıda bulunur, grup ilişkilerine girmeyi sağlar, psikoterapide bir iletişim biçimi olabilir ve son olarak psikanaliz oyun oynamanın insanın kendisiyle ve başkalarıyla iletişim kurmasına hizmet eden çok özel bir biçimi olarak gelişmiştir." (Winnicott)
Oyun, psikolojide de kendiliğin gelişmesi için en güvenli alandır (bkz. Winnicott). Oyun: kendini sınamaya izin verir. Deneyseldir. “Yanlış” yapmayı tehdit değil, öğrenme zemini olarak görür. Bireyin çocuklukta edindiği oyun oynayabilme kapasitesi, yaşamının sonraki sürecinde büyük bir öneme sahip olur. Çünkü oyun oynamanın kendisi yaratıcılığın, kendini keşfetmenin imkanını sunar Winnicott’a göre…
“Oyun, görünüşte akla uymaz ama çocuk oyunla akıllanır.” (Hz. Mevlana)
Sevdiğim bir fıkra var:
Kekemenin biri eczaneye gelmiş aspirin istemiş; «aaaaa-aaa-sp-iiirn-var-mı?» Cevap vermiş eczacı; «ma-aaa-lll-lll-eseff, ş-şiiii-mdi-bitititiiii.» Hemen sonra bir başkası gelmiş balka bir şey istemiş hemen «tabii ki, var efendim» deyip, vermiş. Kekeme olan sinirlenmiş; «uuuulan» demiş «sssen-ben-lllle-da-da-da-lggga-mı ge-ge-ge-çi-yosun?» «Yo-oo-k» demiş adam «ooon-nun-la-geee-gegeçiiii-yorrr-uuumm».
Oyun (ve oyunsallıkla yapılan her şey) iç dünyalarımız subjektifliği ile dış dünyanın objektif realitesi arasında bir yerlerde adeta bir “berzah” görevi görür. Oyunda iken kişi kendini tabiri caizse “kişisel olmayan bir kişisellik” içinde bulur. (Yani kökü kendi nefsine dayanmayan ama otantikliğini koruyan bir kendi oluş & Hakk ile oluş & akış hali…) Bu anlamda oyun, insanın gerçeklikle baş etmesini kolaylaştırır. İç sesim şöyle der: “hayat karşısında ‘ben’ olarak yapamam, buna kaynaklarım yetmez, ancak kendimi ilahi olana teslimiyet adına tamamen askıya yahut paranteze alarak da yapamam çünkü ben de ilahi olanın bir yansımasıyımdır, o halde en iyisi oyundur, ama son derece ciddiyetle oynanan bir oyun…”
Yani oyun, ciddi olmamak değil; hakiki olmaktır.
Oyun, disiplinsizlik değil; disiplinin özgürlüğe hizmet etmesidir.
Ve bazen en iyi oyun, kendi kurallarını aşabilendir.
Caz müzisyenleri (veya genel olarak müzisyenler) de sahnede "oynarlar".
Bir kompozisyon, bir tema vardır, ama doğaçlama alanı açıktır. Hatalar olur. Ama birlikte oyun sürer. Burada “uyumsuzluk” ya da “kötülük” bile oyunun parçasıdır. Bir nota kakofoni yaratabilir; ama ona verilen cevap onu yeniden kompozisyonun içine alır.
Bu, cazın “oyunsal zekası”dır. Acaba buna “Pİ” (playfulness intelligence) mi desek?
Oyunsal zekaya sahip olup olmamaının her birimizin hayatlarında ne kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Büyürken özgüveni zedelenmiş, kendine & yeteneklerine olan inancı desteklenmemiş, hatta düpedüz gelişimine ket vurulmuş bir çocuğun hayatı ile tam tersi arasındaki farkı bir hayal edin…
Ne olur zedelenmiş çocuklara? Oyunsallık nasıl terkedilir?
Biz büyürken bir şekilde yoğun strese maruz kalan sinir sistemimiz (ki en büyük stres doğmuş olmaktır) yaşamda kalma modunda olduğunda hayatın sunduğu pozitif şeyler dahi bilinçaltımıza tehdit gibi gelmeye başlar. Büyüme yolculuğunda daha fazla bunalmayalım diye zihnimiz yaşadığımız direnci meşrulaştırmaya çalışır ve yaşam enerjimiz gerçeği kontrol etmeye harcanır. İnsan bu durumdayken durup eve kapanmayabilir, aksine çok aktif görünebilir ama bir şeyi kapatmıştır, dinlemeyi… Bu kişiyi dondurur, sertleştirir, yaşam bir süre sonra içeride değil dışarıda akmaya başlar. Okuduğumuz , öğrendiğimiz manevi öğretileri yaşama entegre etmek zorlaşır. İç yaşamı canlandırmak rahatlamayla mümkün olur. Sinir sistemimiz dengeliyse teslimiyet gelir, zıtlıklara izin verilir ve her an zenginlik ve güzellik kaynağı olarak görülür. Yaşamı içine alabilmek ve her şeyi bırakmak kolaylaşır.
Yani işin özü, dinlemeyi bırakırız.
İyi müzisyen, her şeyden önce iyi bir dinleyicidir, açıktır, tümüyle açık.
Bu anlamda “oyun” kavramını somutlaştırmak için sanat terapinin kollarından biri olan “kil terapi”den bir örnek vermek istedim. (Video’da bir çocuğun baştaki korkuları ile 10 seansta rahatlık ve kendi ile barışıklık açısından ne noktaya geldiğini göreceksiniz.)
Bu oyun kavramını daha da açacağız. “Caz yapmak” meselesini insanın seyr-i süluk yolculuğu içinde anlamlı bir yere oturtmaya çalışacağız. Ama caz yapmaya geçmeden önce temel düzeyde de olsa nota kağıtlarını okumak iyi olmaz mı? Evet doğaçlama ve deneyim güzel, ama pratik teoriyle birleşince daha da güzel değil mi? O halde bir sonraki bölümde kainatın müzikal düzeni hakkında biraz daha düşünelim, araştıralım.
“Alim bilir, çalamaz.
Aşık çalar, bilmez.
Arif hem bilir, hem çalar.”
Metin Bobaroğlu
Emrah Akbalaban
Comments