Yaratmak kavramının en dolaysız tanımı var etmektir. İnsan zihninin var etmeye en yakın düşünebildiği eylemse doğum. Öyle ki yeni günü getiren güneşin ve çağ kapayan fikirlerin bile doğuşundan bahsederiz. Ama aslında güneş doğmaz, o hep oradadır, dünyanın hali değişir ve gün oluşur, yeni baştan. Fikirlerin de orada olduğu gibi. O yüzden derler ki bilmek hatırlamaktır.
Peki ya üreme eyleminde olduğu gibi doğmak, doğurmak? İlginçtir ki bilmek kelimesi ibranice ve grekçe orjinallerinde gebe kalmak ile aynı kökten gelir “to conceive” (hem kavramak hem gebe kalmaktır).
Gebe kalmak için muhteşem bir karşılaşma gerekir; yumurta ile spermin karşılaşması. Karşılaşmaları yetmez, birbirlerini anlamaları gerekir, bir anahtarın kilidini bulması gibi. Ve kapının açılması gibi yeni bir yaşamın açılmasıdır doğum. Var oluş.
Bir sanat yapıtı için de duyu organlarının bir uyarıcı ile anlamlı karşılaşması yeterlidir. Uçan bir poşedi gören göz, suyun tekneye çarpışını duyan kulak, yaralı bir kuşun tüylerinde gezinen bir parmak bile… Kafi gelebilir ilhama gebe kalmaya. Her fikrin gebeliği kolay değildir. Sancılı olur acılı olur. Bir çok sanatçının yartıcılıklarının tepe noktasında intiharı bundandır. Doğururken ölenler olduğu gibi, bazı doğumlar da hiç gerçekleşmez. Ama insan ruhunda büyüyen o ilhamın her türlü acısına sabreder de onu hayata getirmeye gönlü de olursa, sıradan bir mucize gibi değil midir doğum.
Heykelin taşın içinde olduğunu söyleyen Michelangelo gibi, yaratılan da aslında onu doğuranı bir el gibi kullanır var oluşuna, bizim algıladığımız haliyle.
Halil Cibran “çocuklar sizin çocuklarınız değil, onlar sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler” derken sanat eserlerini de dışarıda bırakmıyordu elbet. O yüzden bir aşık için sadece Sarı Gelin değil tüm türküler anonimdir özünde. Varsın “ben” yarattım desin ölümlüler.
Yaratmak bir anlamda doğum; gebe kalmak kavramak ise, kavramanın öncesi olan sorgulama ediminin kıymetini sezen Sokrates, sorgulamadan geçen bir yaşam hiç yaşanmamıştır der. Sorgulamak kavramanın ilk adımıdır. Erich Fromm “Doğum olup biten bir an değil bir süreçtir” der, kendini kendinden doğurmadıktan sonra, ne yaratabilir ki insan? Hiç yaşanmamış yaşamlar vardır bu yüzden. Önce kendini önce kendini..
Bakmakla, duymakla, dokunmakla söylemekle ya da susmakla döllenmemiş ruhların kafeste gibi kaldığı bedenlerimizde, haybeye aklın çağını yüceltip sahi ne yaratacağız?
Teknik ve yetenek uğruna tutkunun kaybolduğu bu çağda yaratıclığın ve doğurganlık oranlarının hızla düşmesi ne muzip bir tesadüftür.
Peki öyleyse ne yapmalı sevgili okur, Nietzsche’nin Amor Fati’sini keşfetmeli.
“Bir insanın büyüklüğünü belli eden bence amor fatidir. İnsanın hiçbir şeyi geçmişte, gelecekte ta benliğine dek başka türlü istememesidir. Zorunluluğa yalnızca katlanmak, hele onu gizlemek yetmez, iş onu sevmekte..” (Ecce Homo)
Yazgıda bir anlam bulmak, zihinsel seviyeye indirgediğimiz yaşamımızı genişletir, ve anlamın peşinde; kimi zaman karman çorman olan bir hayatta, varoluşsal sıradanlığa ve sınırlılığa sarılmak, cesareti ve yaratıcılığı toprağına ekmek gibidir. Sınırların farkına varılışının doğurduğu bilinç, kendiliğindenliğin bilinçaltı-çocuksu, arkeik- ve bilinçüstü -aşkın- genişlemesiyle el ele gider.
Platon’un öğüdü ise yaratıcılık üzerine denebilecek herşeyin özü gibidir:
“Bu yolu hakkınca yürümek isteyen biri gençliğinde güzel biçimleri ziyaret ederek başlamalı; eğer ilk başta ustası tarafından, yolu ona bu güzel biçimlerden sadece birini sevecek şekilde doğru olarak gösterilirse, bu tek sevilenden doğru ve güzel düşünceler yaratacaktır; ve sonra o tek olanın biçiminin güzelliğinin bir diğerinin güzelliğine benzer olduğunu ve her biçimdeki güzelliğin tek ve aynı olduğunu kendi kendine algılayacaktır.”
ve Epilog...
"Sometimes there's so much beauty in the world I feel like I can't take it, like my heart's going to cave in." Amerikan Güzeli filminden...
Ahu Vartanyan
Psikolog
Comments